8 Aralık 2019 Pazar

"Requiem for a dream" Film Analiz

Darren Aronofsky tarafından yönetilen Requiem for a Dream nesle özgü bir film olmakla beraber felsefi de bir film, tıpkı Trainspotting gibi...


Gerçekten de filmin teması milenyum ve günümüz gençliğinin postmodern merkezinde mesken almaktadır; medya, uyuşturucu, seks. Fakat bunun da ötesinde Requiem for a Dream bağımlılık, yabancılaşma ve insanın kendi kendinin sahibi oluşu üzerine bir düşünmedir. Görsel ve estetik olarak, Aronofsky ihtiyacın aciliyetini ve tüketim takıntısını cisimleştirerek bizlere sunar. Olacak olayların daimi ayak sesleri, izleyiciye gizlice meydan okuyan müzik ve kurgu başlangıçta yavaşça ve sonlarda çarpıcı bir hızla karakterlerin çekecekleri cezaları ve yaşayacakları kayıpları bize olabildiğince hissettirmeyi amaçlar. Aşırılıkları, aşırılıkla kınar. Görüntü ise, karakterlerin zihinlerinin bir yansıması gibi yoğun bir biçime bürünür.
Dikkat çekmek gerekir ki her karakterin bir bağımlılığı vardır;
-Başkahramanın Annesi (Sarah Goldfarb):    
Dul ve yaşlı, ona genç ve güzel kalmasını emreden (“kırmızı et yok, şeker yok” tarzında herkes için geçerli olması gerekiyor gibi gösterilen, koşulsuz buyruklar söz konusudur) televizyona bağımlıdır. Günleri diyet programları izlemekle geçer. Bununla birlikte doktoru ona bağımlılık yapan iştah kesiciler (amfetamin) için reçete yazmıştır. Amaç, kaybettiği gençlik ve mutluluğun sembolü olan gelinliği giyebilmesidir. Sürekli televizyon programlarını düşünür ve sonunda program onun iç dünyasının bir yansıması haline gelir. Hatta televizyondaki karakterler tek başına yaşadığı evinin salonunda belirir ve odayı işgal ederler. Aronofsky burada, gerçekliğe dair bilincin ve referans noktasının kaybedilişini gösterir. Tabi ki sistem yürümektedir fakat ilaçlar karakterin gerçeklikle olan bütün bağının kopmasına sebep olur ve Sarah’nın sonu oldukça hüzünlü olur: Bir akıl hastanesine kapatılacak ve beyindeki frontal lobun ön kısmının aşağı yukarı üçte birinin kesilmesi anlamına gelen frontal lobotomi tedavisine maruz kalacaktır...

Harold Goldfarb Harold üniversite mezunudur fakat arkadaşı Tyrone ve sevgilisi Marion ile uyuşturucu kullanmaktadır. Uyuşturucu başlangıçta gerçeklikten tatlı bir kaçış, bir oyun gibi sunulur. Devamında işin ticari boyutuyla karşılaşırız, Harold ve Tyrone birlikte eroin satmayı planlamaktadırlar. Böylece uyuşturucu satıcılarının vahşi ve acımasız dünyasını keşfederler. Fakat Harold aynı zamanda kolunun kangren olmasına sebep olacak kadar da ciddi bir bağımlıdır. En sonunda uyuşturucunun gücünün ve yarattığı ahlaki kopuşun bir sembolü olarak, kolu kesilecektir.




Marion: Sanatçı ruhlu bir karakter olan Marion’ın durumu uyuşturucu bağımlılığıyla beraber git gide kötüleşir... Sonunda Marion uyuşturucuya ulaşabilmek için fuhuş yapmaya başlar... Marion karakteri vasıtasıyla, uyuşturucunun yaratıcılığı da engellediği anlatılır izleyiciye.



Tyrone: Tyrone’un hassaslığını annesinin koruması altında olduğu huzurlu çocukluk anılarının canlanmasıyla sezeriz... Madde bağımlılığı, ırkçılık ve yalnızlıkla karşılaşacağı hapise girmesine sebep olur. Buna rağmen hapis suni bir gerçek yanılgısı olarak tedavi demektir, tedavi ise daha umutlu bir gelecek anlamına gelir. "Tedavi mümkün müdür" sorusundan bağımsız çizilmiştir bu algı film içerisinde.
Requiem for a Dream mutluluğun kısacık bir şey olduğu, hayal kırıklığına uğramış bir toplumu anlatır. Daha kötüsü, git gide onları tüketen ve yok eden bu kısa mutluluğun onları ele geçirişidir. Geçirdikleri evrim tamamıyla regresiftir, yani durumları yalnızca kötüye gider...
Filmin afişi de oldukça ilgi çekici. Sembolik bir bakış açısıyla, gözler hep ruhun aynası olarak düşünülmüştür. Afişteki göz de büyük ihtimalle Harry Goldfarb’a aittir. İrise çok yakında iki önemli nokta bulunur... Bir tarafta, büyümüş kapkara gözbebeği gözümüze çarpmaktadır. Diğer tarafta, iristeki minik yansımaya dikkatli bakarsak bir rüyanın mükemmeliyetini çağrıştıran, hatta rüyanın da ötesinde gibi gözüken bulutlu, masmavi bir gökyüzü görürüz... 

Siyah gözbebeği bu manzarayı kesen bir unsurdur. Çarpıtılmış algıyı simgeleyen büyümüş kara gözbebeği ve yansıyan gökyüzü arasındaki tezat, rüya ve gerçekliğin birbirine karıştığı duygusunu uyandırır, gerçeklik algısı ve simulakrum arasındaki kafa karışıklığına işaret eder...
  Karakterlerin hepsi gerçekliği bir maddenin veya nesnenin müdahalesiyle birlikte deneyimler, televizyonda da eroinde de durum böyledir... Dünya görüşleri çarpıtılmıştır.
Sembolik olarak, filmin son dakikaları da duygusal bir bakış açısı yaratır. Her karakter bir yatakta veya kanepede,  ironik bir biçimde uyku ve rüyaya işaret eden bir vaziyette, cenin pozisyonunda uzanırken kuşbakışı açıyla gösterilirler.... 


u pozisyon gerileyen durumlarının en dip noktasına, yani anne rahmindeki güvenliğe ulaşmış olduğuna işaret eder....
Peki sonuç?
Requiem for a Dream’in uyuşturucuyla değil, bağımlılık ve modernlik ile ilgili bir film olduğu ortadadır.... Toplumun aldığı ceza ise ap açıktır; Kişiler yalnızdır, referans noktalarını kaybetmiş ve doğruyu yanlıştan ayırt etmekten acizdirler... Yani Aronofsky’a göre dünyamız Dionysosçu ve yabancılaştırıcıdır.

Sevgiler...

29 Ekim 2019 Salı

A ve B kabileleri

A ve B adında iki kabile vardır. A kabilesinin birkaç üyesi dışarıya keşif yapmaya gitmiştir, B kabilesi de o gün bir sebepten dolayı (festival, parti, ibadet, avlanma vs) evlerini terk etmiştir. A kabilesinin bu birkaç elemanı, B kabilesinin tüm mallarını yağmalayıp kendi toplumuna götürme şansına sahiptir yani...

A kabilesi B'nin mallarına dokunmazsa, iki kabile de hayatlarına aynı standartlarda devam edecektir fakat A kabilesinin bu birkaç elemanı B'nin tüm mallarını gasp eder ve bunları kendi kabilelerine götürürlerse, B'nin sefaletine ve belki de yeryüzünden silinmesine yol açmalarına rağmen, kendi kabilelerinin hayat standartlarını ve mutluluğunu hayvan gibi arttıracaktır. Bununla kalmayıp, kendi kabilelerindeki prestijlerini ve güçlerini de arttıracaklardır. Lakin, bu birkaç hırsız aynı zamanda kendi toplumuna hırsızlığın çok yanlış bir şey olduğunu söyleyeceklerdir. Zira başkaları da bu formülü öğrenirse, herkes herkesin malını yağmalamaya başlar ve kendi kendilerinin sonunu hazırlarlar. Oysa sadece çakal olanlar bu hırsızlık işini gizliden gizliye yaparlarsa, hayat standartları defaultluktan çıkabilir.

 Bu senaryo dünyanın şu anki halidir, olabildiğince gerçektir. Tüm servetini kolonileşmeye, köleleştirmeye ve talana borçlu olan batı medeniyeti, şu an dünyanın tüm ahlaki normlarını belirleyen mercidir. Onların iyi dediği iyi olur, onların özendirdiği yaşam şekli ulaşılması gereken bir mertebe olur.

Peki ben böyle bir toplumda mı yaşamak istiyorum? Tabi ki hayır. Fakat pratikte var olan durum budur, "olması gereken" değil. Fakat, herhangi bir ahlaki kaygınız yoksa ve yegane amacınız bu dünyadaki faydanızı, hazzınızı, mutluluğunuzu arttırmaksa, o zaman bu durumda sizin için "olması gereken" davranış reçetesi de budur.

Marx'a göre din, güçlünün güçsüzü kontrol altında tutma ve baskılama aracıdır.

 Nietzsche'ye göre din, güçsüz olanın kendini acındırma ve sigortalama aracıdır.

19. yüzyılı geçtim, binlerce yıl önceki sofistler de bu konuda ikiye ayrılıyor... Bir kısmına göre din ve ahlak, güçlünün güçsüzü ezme aracıyken, bir kısmına göre zayıf olanın kendini koruma yöntemiydi.

 Bu kadar keskin çizgilerle birbirinden ayırmaya gerek yok, dünyada her iki senaryo da gerçekleşmekte. Kimisi daha çok ezmek için, kimisi de ezenler daha fazla ezmesin diye dine ve ahlaka sığınır. Mühim olan, bu değerleri nereye kadar savunman gerektiğidir. Faydanı maksimize etmek için, bir yerden sonra bu değerleri vurgulamayı terk etmen gerekir. Siz şimdiye kadar demokrasi veya adalet sloganları atan ve sahiden demokrasiyi, herkesin hakkını savunan bir kitle gördünüz mü hayatınızda? Türkiye'deki muhafazakları düşün, Chp'lileri düşün, Kürtleri düşün. İstediğiniz kadar iyilik sloganları atın, sloganını attığınız değerler neredeyse hiçbirinizin umurunda dahi değil. Bu değerlere sadece güçsüz olduğunuzda sarılma ihtiyacı hissediyorsunuz, kendi işinize yaradığı sürece. Derdiniz birilerinin birilerini çüküyor oluşu değil, çüken tarafta olamayışınız.

Durumu bu şekilde formulize etmeye gerek bile yok aslında. Siyasetçiler de, iş adamları da, evli çiftler de, öğretmenler de, ebeveynler de, senin benim gibi kendi halindeki insanlar da bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu reçeteyi uyguluyorlar.

 Eşinin güvenini kazandıktan sonra saman altından su yürüten erkek ve kadın da bunu yapıyor, çocuğuna öğütlediğinin tam tersi şekilde yaşayan anne ve baba da böyle yapıyor. "Dediğimi yap, yaptığımı yapma" sözü de buradan türemiştir de nereden türemiş olabilir başka?

Peki neden ben de "durum bu ama siz yine de böyle yaşamayın" diyorum? Zira daha kötü ve bana daha az yaşama şansı tanıyan bir toplumda yaşamak istemiyorum. Dünyadaki çıkarımı düşünüyorum ve varolmaya tutunduğum değerlerimi.

Kim ne derse desin, insanların çok ama çok büyük çoğunluğu bu reçeteyi elinden düşürnez.

İyi olmaları gereken yerde iyi, kötü olmaları gereken yerde kötü olarak yaşarlar ki amaçlarına ulaşabilip, faydalarını maksimize edebilsinler.

Toplumsal sözleşme neden kitlelerin ahlaklı olması gerektiği konusunda temel sunar ama en önemli yerde, yani "birey olarak ben neden toplumsal sözleşmeye uygun davranıp iyi birisi olayım ki?" sorununda hiçbir temel sağlayamaz. Çaktırmadığın sürece, amacına ulaşana kadar koy ortalığın kadayıfına. Zaten şimdiye kadar hep öyle olmadı mı?

 Kapitalizm'in de Komunizm'in de Sosyalizm'in de aynı mutlak değer parantezi içerisinde aynı ölçü de parantez dışına çıktığını ve aynı ölçüde köleleştirdiğini, bireyi silikleştirip, potansiyelini çürütmek davasında kafa kafaya olduklarını görmemek mümkün değil.


7 Eylül 2019 Cumartesi

The Third Man (1949)

İngiliz Film Kurulu’na göre yapılmış en iyi İngiliz filmi "The Third Man"miş....

İlk izlediğimde şakayla karışık şunları yazmıştım;

"Sinema tarihinin en angut başrol karakterine sahip olduğu kesin. Kazadan kuşkulanıyor, sonra olası iki zanlıya da gidip içini döküyor. Kapıcının bahsettiği üçüncü adamı bulsa ona da anlatacak her şeyi.

Karakolu da maşallah otel gibi kullanıyor. Normalde polis şefi karizmatik biri ama bizim salakla aynı sahnedeyken o da ne yapacağını şaşırıyor, bir türlü kovamıyor bizimkini. “Evine git” diyor, bu “gitmem” deyince polis şefi bu sefer 2 saatlik Powerpoint sunumu yapıyor. Yetmiyor, kimya labına götürüyor bizimkini, sırf ikna olsun da gitsin diye. Ne oluyor yahu, alt tarafı basit bir turist. Haşarat herif, çık git İngilizlerin, Viyanalıların hayatından.

Soruşturmanın ortasında tam bir şerefsiz gibi arkadaşının aşkına yazıyor, aldığı cevabı tüm film tarihinde hiçbir esas oğlan almamıştır: "Yarın beni arasan saçının rengini, bıyıklı mı bıyıksız mı olduğunu bile söyleyemem”.

Böyle bir şey duysam bir daha Viyana’ya ayak basmam, bizimkinde en ufak bozulma yok. En son sahneye kadar medet umuyor. Film bitmiş artık, adam inadına loser, sonuna kadar loser.

Zaten uçağı da kaçırdı o yüzden. Film boyunca bir türlü uçağa binemedi. 4-5 kez “biletiniz hazır” konuşmaları geçti, bizimki her seferinde kaldı. Ne karakoldan çıkıyor, ne Viyana’dan, ne filmden. Polisler de havayolu işletiyorlar herhalde, her hafta bilet veriyorlar.

Kadın da az değil. Kötü ilaçlar yüzünden hayatı kaymış insanları bildiği halde tutturmuş, “Harry’e olan sevgin için ne yaptın” diyor. Bizim esas oğlan gıkını çıkaramıyor tabi. “Ulan ne aşkı, ne arkadaşlığı, herif gavatın teki, görmüyor musun” diyemedi. Kadını trene bindirdiler ve tabi ki o da gidemedi. 1950 yılında Viyana’dan kimse çıkamamış anlaşılan."

Hahahhaha...

Şimdi tekrar okudum, güldüm.... Ulan baya komik insanım aslında da filme kafam basmamış, orası kesin..... Bugün tekrar izleyince fark ettim ki esas oğlanın ve kadının bu kadar angut olmalarının bir sebebi var…..

Öncelikle hikayenin asıl kahramanı Viyana.... İkinci Dünya Savaşı sonrası yıkık dökük ve müttefiklerin işgali altında ve farklı kontrol bölgelerine ayrılmış.....

 Kimse birbirine güvenmiyor, özellikle de müttefikler.....

Şehrin bu havasını bazı çekim teknikleriyle seyirciye hissettirmişler....

 Siyah beyaz olması zaten etkili ama asıl gölgeler ve kamera açıları bir garip....

Bu tip çekimlere “Hollanda açısı” (Dutch angle) deniyormuş.... Genelde karakterin rahatsızlığını, gerilimli ruh halini yansıtmak için kullanılıyormuş falan filan...



Eklediğim videodaki kısımda da bu açı kullanılıyor.... Keza Orson Welles’in tanıtıldığı ve esas oğlanın dünyasının alt üst olduğu yıkıldığı sahneler....

Bu arada, hepi topu 10 dakika gözükmesine rağmen bunun bir Orson Welles filmi olarak hatırlanması da ilginç.... Adam gerçek anlamda sinemanın devi.... Bir o var bunu yapabilecek, bir de aynı böyle Apocalypse Now’da 3-5  dakika gözükmesi karşılığı milyon dolar alan Marlon Brando....

Peki esas oğlan niye bu kadar salak?

Bir Amerikalı olması tesadüf değil.... Viyanadaki karakterlerin, yani eski Avrupa’nın tam aksine, umut dolu ve gayet yüzeysel yaşıyor.... Mesleği de yüzeysel klişelerle dolu ucuz Western romanları yazmak zaten.....

 Senaryoyu ilerleten cinayeti de, tıpkı o romanlardaki gibi çözeceğine, iyilerin kazanacağına inanıyor....

 Fakat Orson Welles bu kalıplarını zorluyor.....

Eklediğim video, filmin en meşhur sahnesi....

 Amerikalının saflığına ve iyi-kötü anlayışı ile Welles’in oluşturduğu tezat cidden büyük....

Sahnenin en sonunda da, orijinal senaryoda olmayan, Welles’in kendi eklediği o meşhur replik var;

"İtalya’da 30 yıl boyunca Borgias hanedanı hükmederken, savaş vardı, terör vardı, cinayet ve kan vardı.... Ama aynı zamanda Michalengelo’yu, Da Vinci’yi ve Rönesans’ı ürettiler.... İsviçrede ise kardeşlik, 500 yıllık bir demokrasi ve barış vardı.... Peki bu ne üretti? Guguklu saat!"

Fakat benim en sevdiğim sahne filmin sonu....



Muhtemelen esas oğlanın yazdığı Western romanlarının sonunda, erkek kadını tavlıyor ve beraber gün batımına doğru at sürüyorlardı....

 Hahahhaha...

Aynı numarayı filmin sonunda da yapmaya çalışıyor....

Ve tabi, uslanmaz bir romantik olarak uçağını kaçırıyor, ağır ağır düşen yaprakların altında sevdiği inatçı kadını bekliyor..... Bu uzun plan (bayaaaa uzun plan) çekimin sonunda kadının duraksayacağını tahmin ediyorsunuz.... Ama kimse yokmuşçasına, hiç varolmamışçasına ilerlemeye devam ediyor ve esas oğlana bakmıyor bile....

Kadının açısından, bizimkisi bir erkek değil, bir oğlan...

 Aynı tecrübeleri paylaşmamışlar....

İşgal altındayken nasıl hayatta kaldığını, diğer adamla arasındaki ilişkiyi anlayacak biri değil.... Dinler, anlamak da ister fakat anlayamaz....

Yani özetle, anladım ki...

Bu filmin mutlu bir sonu yok....

 Bu film, ucuz bir roman değil....