İlk izlediğimde şakayla karışık şunları yazmıştım;
"Sinema tarihinin en angut başrol karakterine sahip olduğu kesin. Kazadan kuşkulanıyor, sonra olası iki zanlıya da gidip içini döküyor. Kapıcının bahsettiği üçüncü adamı bulsa ona da anlatacak her şeyi.
Karakolu da maşallah otel gibi kullanıyor. Normalde polis şefi karizmatik biri ama bizim salakla aynı sahnedeyken o da ne yapacağını şaşırıyor, bir türlü kovamıyor bizimkini. “Evine git” diyor, bu “gitmem” deyince polis şefi bu sefer 2 saatlik Powerpoint sunumu yapıyor. Yetmiyor, kimya labına götürüyor bizimkini, sırf ikna olsun da gitsin diye. Ne oluyor yahu, alt tarafı basit bir turist. Haşarat herif, çık git İngilizlerin, Viyanalıların hayatından.
Soruşturmanın ortasında tam bir şerefsiz gibi arkadaşının aşkına yazıyor, aldığı cevabı tüm film tarihinde hiçbir esas oğlan almamıştır: "Yarın beni arasan saçının rengini, bıyıklı mı bıyıksız mı olduğunu bile söyleyemem”.
Böyle bir şey duysam bir daha Viyana’ya ayak basmam, bizimkinde en ufak bozulma yok. En son sahneye kadar medet umuyor. Film bitmiş artık, adam inadına loser, sonuna kadar loser.
Zaten uçağı da kaçırdı o yüzden. Film boyunca bir türlü uçağa binemedi. 4-5 kez “biletiniz hazır” konuşmaları geçti, bizimki her seferinde kaldı. Ne karakoldan çıkıyor, ne Viyana’dan, ne filmden. Polisler de havayolu işletiyorlar herhalde, her hafta bilet veriyorlar.
Kadın da az değil. Kötü ilaçlar yüzünden hayatı kaymış insanları bildiği halde tutturmuş, “Harry’e olan sevgin için ne yaptın” diyor. Bizim esas oğlan gıkını çıkaramıyor tabi. “Ulan ne aşkı, ne arkadaşlığı, herif gavatın teki, görmüyor musun” diyemedi. Kadını trene bindirdiler ve tabi ki o da gidemedi. 1950 yılında Viyana’dan kimse çıkamamış anlaşılan."
Hahahhaha...
Şimdi tekrar okudum, güldüm.... Ulan baya komik insanım aslında da filme kafam basmamış, orası kesin..... Bugün tekrar izleyince fark ettim ki esas oğlanın ve kadının bu kadar angut olmalarının bir sebebi var…..
Öncelikle hikayenin asıl kahramanı Viyana.... İkinci Dünya Savaşı sonrası yıkık dökük ve müttefiklerin işgali altında ve farklı kontrol bölgelerine ayrılmış.....
Kimse birbirine güvenmiyor, özellikle de müttefikler.....
Şehrin bu havasını bazı çekim teknikleriyle seyirciye hissettirmişler....
Siyah beyaz olması zaten etkili ama asıl gölgeler ve kamera açıları bir garip....
Bu tip çekimlere “Hollanda açısı” (Dutch angle) deniyormuş.... Genelde karakterin rahatsızlığını, gerilimli ruh halini yansıtmak için kullanılıyormuş falan filan...
Eklediğim videodaki kısımda da bu açı kullanılıyor.... Keza Orson Welles’in tanıtıldığı ve esas oğlanın dünyasının alt üst olduğu yıkıldığı sahneler....
Bu arada, hepi topu 10 dakika gözükmesine rağmen bunun bir Orson Welles filmi olarak hatırlanması da ilginç.... Adam gerçek anlamda sinemanın devi.... Bir o var bunu yapabilecek, bir de aynı böyle Apocalypse Now’da 3-5 dakika gözükmesi karşılığı milyon dolar alan Marlon Brando....
Peki esas oğlan niye bu kadar salak?
Bir Amerikalı olması tesadüf değil.... Viyanadaki karakterlerin, yani eski Avrupa’nın tam aksine, umut dolu ve gayet yüzeysel yaşıyor.... Mesleği de yüzeysel klişelerle dolu ucuz Western romanları yazmak zaten.....
Senaryoyu ilerleten cinayeti de, tıpkı o romanlardaki gibi çözeceğine, iyilerin kazanacağına inanıyor....
Fakat Orson Welles bu kalıplarını zorluyor.....
Eklediğim video, filmin en meşhur sahnesi....
Amerikalının saflığına ve iyi-kötü anlayışı ile Welles’in oluşturduğu tezat cidden büyük....
Sahnenin en sonunda da, orijinal senaryoda olmayan, Welles’in kendi eklediği o meşhur replik var;
"İtalya’da 30 yıl boyunca Borgias hanedanı hükmederken, savaş vardı, terör vardı, cinayet ve kan vardı.... Ama aynı zamanda Michalengelo’yu, Da Vinci’yi ve Rönesans’ı ürettiler.... İsviçrede ise kardeşlik, 500 yıllık bir demokrasi ve barış vardı.... Peki bu ne üretti? Guguklu saat!"
Fakat benim en sevdiğim sahne filmin sonu....
Muhtemelen esas oğlanın yazdığı Western romanlarının sonunda, erkek kadını tavlıyor ve beraber gün batımına doğru at sürüyorlardı....
Hahahhaha...
Aynı numarayı filmin sonunda da yapmaya çalışıyor....
Ve tabi, uslanmaz bir romantik olarak uçağını kaçırıyor, ağır ağır düşen yaprakların altında sevdiği inatçı kadını bekliyor..... Bu uzun plan (bayaaaa uzun plan) çekimin sonunda kadının duraksayacağını tahmin ediyorsunuz.... Ama kimse yokmuşçasına, hiç varolmamışçasına ilerlemeye devam ediyor ve esas oğlana bakmıyor bile....
Kadının açısından, bizimkisi bir erkek değil, bir oğlan...
Aynı tecrübeleri paylaşmamışlar....
İşgal altındayken nasıl hayatta kaldığını, diğer adamla arasındaki ilişkiyi anlayacak biri değil.... Dinler, anlamak da ister fakat anlayamaz....
Yani özetle, anladım ki...
Bu filmin mutlu bir sonu yok....
Bu film, ucuz bir roman değil....