29 Ekim 2019 Salı

A ve B kabileleri

A ve B adında iki kabile vardır. A kabilesinin birkaç üyesi dışarıya keşif yapmaya gitmiştir, B kabilesi de o gün bir sebepten dolayı (festival, parti, ibadet, avlanma vs) evlerini terk etmiştir. A kabilesinin bu birkaç elemanı, B kabilesinin tüm mallarını yağmalayıp kendi toplumuna götürme şansına sahiptir yani...

A kabilesi B'nin mallarına dokunmazsa, iki kabile de hayatlarına aynı standartlarda devam edecektir fakat A kabilesinin bu birkaç elemanı B'nin tüm mallarını gasp eder ve bunları kendi kabilelerine götürürlerse, B'nin sefaletine ve belki de yeryüzünden silinmesine yol açmalarına rağmen, kendi kabilelerinin hayat standartlarını ve mutluluğunu hayvan gibi arttıracaktır. Bununla kalmayıp, kendi kabilelerindeki prestijlerini ve güçlerini de arttıracaklardır. Lakin, bu birkaç hırsız aynı zamanda kendi toplumuna hırsızlığın çok yanlış bir şey olduğunu söyleyeceklerdir. Zira başkaları da bu formülü öğrenirse, herkes herkesin malını yağmalamaya başlar ve kendi kendilerinin sonunu hazırlarlar. Oysa sadece çakal olanlar bu hırsızlık işini gizliden gizliye yaparlarsa, hayat standartları defaultluktan çıkabilir.

 Bu senaryo dünyanın şu anki halidir, olabildiğince gerçektir. Tüm servetini kolonileşmeye, köleleştirmeye ve talana borçlu olan batı medeniyeti, şu an dünyanın tüm ahlaki normlarını belirleyen mercidir. Onların iyi dediği iyi olur, onların özendirdiği yaşam şekli ulaşılması gereken bir mertebe olur.

Peki ben böyle bir toplumda mı yaşamak istiyorum? Tabi ki hayır. Fakat pratikte var olan durum budur, "olması gereken" değil. Fakat, herhangi bir ahlaki kaygınız yoksa ve yegane amacınız bu dünyadaki faydanızı, hazzınızı, mutluluğunuzu arttırmaksa, o zaman bu durumda sizin için "olması gereken" davranış reçetesi de budur.

Marx'a göre din, güçlünün güçsüzü kontrol altında tutma ve baskılama aracıdır.

 Nietzsche'ye göre din, güçsüz olanın kendini acındırma ve sigortalama aracıdır.

19. yüzyılı geçtim, binlerce yıl önceki sofistler de bu konuda ikiye ayrılıyor... Bir kısmına göre din ve ahlak, güçlünün güçsüzü ezme aracıyken, bir kısmına göre zayıf olanın kendini koruma yöntemiydi.

 Bu kadar keskin çizgilerle birbirinden ayırmaya gerek yok, dünyada her iki senaryo da gerçekleşmekte. Kimisi daha çok ezmek için, kimisi de ezenler daha fazla ezmesin diye dine ve ahlaka sığınır. Mühim olan, bu değerleri nereye kadar savunman gerektiğidir. Faydanı maksimize etmek için, bir yerden sonra bu değerleri vurgulamayı terk etmen gerekir. Siz şimdiye kadar demokrasi veya adalet sloganları atan ve sahiden demokrasiyi, herkesin hakkını savunan bir kitle gördünüz mü hayatınızda? Türkiye'deki muhafazakları düşün, Chp'lileri düşün, Kürtleri düşün. İstediğiniz kadar iyilik sloganları atın, sloganını attığınız değerler neredeyse hiçbirinizin umurunda dahi değil. Bu değerlere sadece güçsüz olduğunuzda sarılma ihtiyacı hissediyorsunuz, kendi işinize yaradığı sürece. Derdiniz birilerinin birilerini çüküyor oluşu değil, çüken tarafta olamayışınız.

Durumu bu şekilde formulize etmeye gerek bile yok aslında. Siyasetçiler de, iş adamları da, evli çiftler de, öğretmenler de, ebeveynler de, senin benim gibi kendi halindeki insanlar da bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu reçeteyi uyguluyorlar.

 Eşinin güvenini kazandıktan sonra saman altından su yürüten erkek ve kadın da bunu yapıyor, çocuğuna öğütlediğinin tam tersi şekilde yaşayan anne ve baba da böyle yapıyor. "Dediğimi yap, yaptığımı yapma" sözü de buradan türemiştir de nereden türemiş olabilir başka?

Peki neden ben de "durum bu ama siz yine de böyle yaşamayın" diyorum? Zira daha kötü ve bana daha az yaşama şansı tanıyan bir toplumda yaşamak istemiyorum. Dünyadaki çıkarımı düşünüyorum ve varolmaya tutunduğum değerlerimi.

Kim ne derse desin, insanların çok ama çok büyük çoğunluğu bu reçeteyi elinden düşürnez.

İyi olmaları gereken yerde iyi, kötü olmaları gereken yerde kötü olarak yaşarlar ki amaçlarına ulaşabilip, faydalarını maksimize edebilsinler.

Toplumsal sözleşme neden kitlelerin ahlaklı olması gerektiği konusunda temel sunar ama en önemli yerde, yani "birey olarak ben neden toplumsal sözleşmeye uygun davranıp iyi birisi olayım ki?" sorununda hiçbir temel sağlayamaz. Çaktırmadığın sürece, amacına ulaşana kadar koy ortalığın kadayıfına. Zaten şimdiye kadar hep öyle olmadı mı?

 Kapitalizm'in de Komunizm'in de Sosyalizm'in de aynı mutlak değer parantezi içerisinde aynı ölçü de parantez dışına çıktığını ve aynı ölçüde köleleştirdiğini, bireyi silikleştirip, potansiyelini çürütmek davasında kafa kafaya olduklarını görmemek mümkün değil.