23 Mayıs 2020 Cumartesi

BANACH-TARSKİ YALNIZLIĞI

İnsan, evrim denilen sistemin hata fonksiyonudur. Eğer ki evrim, verinin iletilmesi için daha kompleks araçların geliştirilmesi süreci ise, insan evrimin tam istediği şeyi yapan ama sistemin katastrofik şekilde hasar almasına sebep olan bir gelişim.

Bunu, bir insan olarak söyleyebiliyor olmam da bu hatanın bir nevi ispatı niteliğini taşıyor aslında. Çünkü ben özbenlik kavramına sahip bir varlığım. Bu da beni ikili bir hayat sürmeye itiyor. Benim iki farklı ben algım var. Biri, aynaya bakınca gördüğüm, beslemek zorunda olduğum, bakıma ihtiyaç duyan kemikten bir iskelet ve etten bir örtü altında sakladığım organların oluşturduğu ben. Pek çok diğer canlı gibi. Pek çok memeli gibi...

Bir de diğer ben var. Bana bu satırları yazdıran. Dünyaya bir çift gözün “arkasından” baktığının farkında olan. Kimseye tam olarak gösteremediğimiz, hatta kendimizin de pek sık göremediği diğer ben. Soyut bir makine. Her ne kadar, pek çok diğer canlıda bilinç olsa da bu bilinç biraz daha farklı. Kendi varlığının farkında. Kendinin bir bilinç olduğunun başından beri bilincinde. Özbenlik duygusuna sahip bir soyut makine.

Böyle bir bilince sahip olmak elbette faydalı, biz aslında tam olarak buyuz. Entelektüel yanımız tamamen bu arkadaştan ibaret. Yani ben şu an bir hainim. Bu satırları yazarken kendi türüme, özbenliği olan soyut makinelere, ya da günümüzde sevdiğimiz bir diğer benzetim olan, yazılımlara, ihanet etmekteyim. Çünkü biz hem buyuz, hem de bizi mahveden tek şey de bu.

Nasıl?

Şöyle ki; bilinç soyut bir kavram. Ve bilincimiz kendisinin soyut olduğunu biliyor. Soyut olduğunu bildiği gibi, teknik olarak ölümsüz olabileceğinin de farkında. Bunun, her şeyden çok farkında ama aynı zamanda ölmek zorunda olduğunu da biliyor çünkü kendi soyut varlığının tek somut yuvası, insan beyni, insana dair diğer tüm fiziksel yapılar gibi yok olmaya mahkum.

 Bir an için, gerçekten ölümsüz olabileceğinizin farkına varın ve sonra da bunu elinizden alan küçük, fiziksel bir problem olduğunu hatırlayın. Ne denli can yakıcı değil mi? İnsan bilincinin her gün verdiği sınav budur işte.

Kendinin farkına vardığı günlerden beri insan ölümsüz olmanın yollarını aramaktadır. Bunu dinler tarihinde açıkça görürüz, çoğu din ya ölümden sonra yaşam ya da tekrarlanan hayat döngüleri ya da sonsuza dek evrenin bilinçli bir parçası olacağımız alternatif yaşam biçimleri önerirler. Çoğunda ana fikir, beden öldükten sonra da varlığını sürdürebilen bir soyut kavram –ruh ya da psişe- olarak hayata devam edileceği hatta kimi inançlarda tekrar başka bir bedenle canlanabileceğimiz düşüncesidir, ki bu son düşünce tuhaf şekilde anlamlıdır.

İnsanlık tarihi en başından beri kendini ölümsüz kılacak araçlar yaratmayı denemiştir. Tıp, belki de doğrudan savaşta üstünlük amacı aramaksızın doğan ilk bilim dalıdır. Hemen ardından felsefenin gelmesi ve ilk felsefecilerin varlık kavramı ile ilgili olmaları da boşuna değildir. İnsan, varlığı anladıkça, analoji yoluyla kendi varlığını da anlamlandırma yoluna gitmiştir.


Bu bilincin kendi limitlerini öğrenme biçimidir. Hiç şüphe etmiyorum ki, hayvanların içgüdüsel olarak aynı yollar üzerinde göç ettiğini ilk fark eden insan, bilginin, dolayısıyla da benliğin, ölümün ötesine taşınabileceğini keşfedip kendinden geçmemiş olsun. Animist ilk inanışlar da ata ruhları konsepti ile tam olarak bu sonuçları çıkarmışlardır. Bir önceki jenerasyonun ölüleri, ölümlerinden sonra yine de yol gösterici olabilirler ve doğal olarak, çok yaşlı ve/veya yüce olan, çok fazla bilgi sahibi olacağı için kutsaldır.


Benzeri diğer kurumsallaşmış ilk çağ dinlerinde de görülebilir. Hatta, bu dinler kişiyi sadece ölümden sonrası için rahatlatmakla kalmaz, onlara birtakım davranışlar listesi sunarak öldükten sonraki hayatları üzerinde de hakimiyet kurarlar. Kişi ölümden sonraki sonsuz hayatında acı çekmek istemiyorsa, bu davranış kodlarına ölmeden önce sıkı sıkıya uymalıdır.


“İyi” kabul edilen eylemleri gerçekleştirerek, ölümsüzlüğe iyi bir başlangıç yapma fikri elbette Semitik dinlerden çok daha öncesine dayanıyor. Örneğin Gılgamış Destanı’na bakarsanız, ölüm ve ölümsüzlük kavramlarının kişinin hayatında yaptığı işlere yönelik bir bedel kavramı ile ilişkilendirildiğini açıkça görebilirsiniz. Antik Yunan toplumlarında da tanrıları memnun etmek her zaman günlük hayata dair sorunların çözümü olarak görülmez. Örneğin, Herakles’in on iki görevi, affedilmesi ve sonunda Olimpos’a kabul edilmesinin önünü açmıştır. Fakat bir yarı-tanrı olan Herakles bile, tanrı olup ölümsüzlüğüne kavuşmak için ölmek zorunda kalmıştır. Tanrıların ölümsüz olmadığı İskandinav Mitolojisi ise, savaşçı bir toplum için, bir tanrıya verilebilecek en büyük lüksü sunar, Ragnarok’da yeniden doğup savaşmak zorunda kalmamak.


 Tanrılar, insanlar gibi ölümlü olsalar bile, insanlardan ayrılmışlardır. Ölümlerinden sonra erişecekleri bir yer yoktur. Maceraları huzurla sona erebilir. Devam etmek zorunda olmamak, sert doğa koşullarına karşı yaşayan bir toplum için kabul edilemeyecek kadar doğa üstüdür.


Günümüzde ise, dinlere inanan insan sayısı giderek azalıyor ya da belki de, insanların hep belirli bir yüzdesi inanmıyor ancak biz daha yeni yeni kendimizi öldürülmeden ifade edebilir hale geliyoruz, bu da ilginç bir hipotez olurdu kuşkusuz. Her durumda, hemen hemen ölümden sonra sihirli bir hayat olmayacağını düşünen insan sayısı hiç de az değil. Ancak bu bizi tür içi davranışımızdan koparmak için yeterli değil. Hala ölümsüz olmak istiyoruz. Üstelik bunu daha sinsi yollarla yapıyoruz. Ölümsüzlüğün bizim için yeni formu; hatırlanmak.


 Yaptıklarımızla, bıraktığımız izlerle öldükten sonra hatırlanmak istiyoruz. Çünkü kolektif bilincimiz, soyut doğamızı daha iyi anlamaya başladı, son birkaç yüzyıldır. Bunda iletişim devriminin etkileri vardır kuşkusuz. Ancak artık daha iyi biliyoruz, bilinç, kendi imajının bir kopyasını bir başka bilince yerleştirdiği sürece ölümsüzlüğü tadabilir, ölümün ötesine geçebilir. Hatırlanmak, biliniyor olmak, şu an için bu konuda yapabileceğimiz en iyi şey. O yüzden ünlü olmak istiyoruz. Ünlü olmak, artık yaptığı işte iyi olmak anlamına gelmiyor.


Bizi eski dinlerin felsefesinden koparan nüans da bu zaten. Artık yapılan işler ve bu işlerin kalitesi ile tanrıları ve toplumu aynı şekilde memnun eden mütevazı kulun püriten dünyasında değiliz. Şimdi ünlü olmak demek, çok kişi tarafından tanınmak demek. Nasıl olduğunun hiçbir önemi yok. Ünlü ol, kendini binlerce, milyonlarca belki milyarlarca zihne kopyala ve onların da seni bir sonraki jenerasyona aktaracağından emin ol. Jenerasyon demişken, ünlü olmayı beceremeyenlerimiz için, her zaman böyle bir alternatif var. Genetik materyalini, farklı kombinasyonlarla kopyalayıp, bir sonraki jenerasyon aracılığıyla ölümsüzlüğe ulaşmak.

Elbette, bilincimiz bu verinin her yeni jenerasyonla daha da eksilerek ve çarpılarak ilerleyeceğinin farkında. Farkında olduğunu biliyorum, çünkü farkındayım. Ancak bilinci kopyalamanın daha iyi bir yolu şu an için yok. Bu bizim doğamız. Ne yaparsak yapalım ölümsüzlüğü kovalayacağız. Sanıyorum ki, ben de bu yüzden yazıyorum. Çünkü birileri beni, benim bir kısmımı, ama otantik bir kısmımı tanımış olacak ve onların bilincine yazılacağım. Öte yandan, bu bir ikilik, başta da dediğim gibi. Bir yandan da ölümsüz olmayı hiç istemiyorum. Yok oluşta bir huzur var. Sanırım bu huzuru her şey bittiğinde bulacağım. İnsanları ve insanlara ait kavramları bilen kimse kalmadığında.


Her şey bittiğinde, tüm olan biteni izleyen ve kendini aktarmaktan aciz olan son kişi, ne kadar gülecektir acaba… Bilmiyorum. Bilmediğim çok şey var ama kendime karşı biraz olsun dürüstüm. Kendime dürüst olmam olası sonucu değiştirmeyecek, biliyorum. Ben yine ölümsüz olmak için yaşayan, ikili hayata sahip bir bilinç olacağım ve biliyor olmak sadece benim hikayemde kendini gerçekleştiren bir kehanet olacak.


Belki de Cassandra’nın miti bize bunu anlatmak istiyordur...

Olamaz mı?

Cehaletin Sistemli Hali: "Politik Doğruculuk"

Son yıllarda çokça duyduğumuz bir kavram politik doğruluk. Anlamı bize biraz ne yardan ne de serden geçmeden, fincancının katırlarını ürkütmeden konuşmak gibi gelse de, Amerikan tipi liberteryen anlayışın bir uzantısı olarak ülkemiz atmosferine giren bu önerme biçimi arkasında biraz daha tehlikeli kokular taşıyor.

“AKTİVİZMİN YÜKSELİŞİ”

Aslında her şey güzel başlamıştı. Sivil toplum hareketi, arkasında akademinin desteklediği kendi dönemlerine göre radikal düşünürleri ve aktivistleri de alarak, ikinci sınıf vatandaş ilan edilenlerin, ezilenlerin ve liberteryen kapitalizmin üretim fazlasından dünyanın geri kalanı kadar faydalanamayan üçüncü dünya “zavallılarının” sesi olma, kitleleri örgütleyerek toplumsal hayatta ve yasalarda değişim yaratma rolünü başarıyla üstlenmişti. Düzenin değişim alerjisi taşıyan dinamikleri de yükselen bu harekete karşı polis ve yer yer paramiliter araçları kullanmaya başladığında, ateş dünyaya sıçramış, entropi işlemiş, her şey çok daha büyük bir hal almaya başlamıştı.


“SOL BİR RÜZGARDI VE DÜNYA SOL RÜZGARA SIRTINI VERMEYİ SEVMİŞTİ...”

Her ne kadar, bu özgürlükçü ve eşitlikçi hareket ABD, Birleşik Krallık, Fransa gibi tarihleri sömürgecilik ile harmanlanmış ülkelerden çıksa da, sol bir rüzgardı ve dünya sol rüzgara sırtını vermeyi sevmişti o zamanlar, anlayın işte, insanların hoşuna gidiyordu bu durum. Sonuçta kimse, kimsenin ölmesini, ezilmesini, acı çekmesini istemez, değil mi? İşte bu sivil toplum hareketi zaman içinde büyük meseleler ile uğraşmaktan yorulduğundan olacak, ya da düzen ile arasındaki denge onu yavaşlamaya zorladığı için belki de, yönünü mikro-yönetim tarafına çevirdi, ortaya politik doğruluk akımı çıktı.


“BU AKIM SİZİN NEDEN EKMEK BULAMADIĞINIZLA VE BUNUN ÇÖZÜMÜYLE İLGİLENMİYORDU DA…”

Kadınların işgücüne katılması için aşılması gereken yasal ve toplumsal engelleri düşünmüyor ya da insanları düşünceleri ve yönelimleri her ne olursa olsun, anlamak gerektiğinden bahsetmiyordu. İlgilendiği şey daha çok, neyi nasıl söylememiz, ifade etmemiz gerektiğiydi.

NEREDE NE SÖYLEMELİYİZ, NEREDE NEYİ ANLATMALI VE NEREDE NEYE KARŞI BİR AÇIKLAMA YAPMALIYIZ, BU AÇIKLAMANIN DİLİ NE OLMALI?

Olay, bir şeyi değiştirmekten ziyade, çöpü halının altına süpürmek halini almıştı artık. “Bayan Cinayetleri” yerine “Kadın Cinayetleri” demeliydiniz. Bayan aşağılayıcı bir kelimeydi çünkü. Kelimeler, arkalarındaki amaç ile anlam ifade ederler ve arkadaki düşünceyi, “amacı” değiştirmeden kelimeleri değiştirmek hiçbir anlam ifade etmeyecektir; faşizm susmak değil, söyleme mecburiyetidir.

Kimsenin umurunda değildi artık ekmek bulamamak, öldürülmek ya da nefret edilmek...

Ezilen sınıfın adını emekçi yapmak, bayan yerine kadın demek ve nefret ettikleri insanlara gülümsemek kaydıyla, düzenin tüm savunucuları rahat edebilirlerdi değil mi?

 Peki ya biz? İşte sorunun ayyuka çıktığı yer burası oldu...


“DÜZEN, PARA VE AKADEMİ İLİŞKİSİ”

Dikkatli düşünürseniz, düzenin savunucusu olsanız bile, bir süre sonra o düzende bir takım değişimler talep etmeniz oldukça doğaldır ve düzen, siz onu savunun ya da savunmayın, değişimi sevmez. Bu onun düzensizliğe gösterdiği dirençten doğar.  Doğal olarak düzenin bu davranışı bir muhalif kanat yaratır ve siz değişimleriniz için bu muhalif kanattan medet umarsınız.
Kim oluşturur bu muhalif kanadı? Karşıt görüşteki insanlar, İş çevreleri, Akademisyenler...
Evet… Akademisyenler. Öyle ya da böyle, çok istisnai durumlar haricinde, teoriyi ve yol haritasını hazırlayanlar akademisyenlerdir. Onlar, okullarda, maaşlı işlerinde çalışırlar ve üretirler. Ancak bu onların etki altında kalamayacağı anlamına gelmez. Aslında, akademi ve iş çevreleri arasındaki tüm ilişkiler bu etkileşimin birer ispatı gibidir. Öyle midir? Düzenin içinde doğan iş çevreleri düzenin tamamen değişmesini istemezler. Sadece düzen tarafından tanınmak isterler. Pastadan bir pay koparmak isterler ve görüyorsunuz ya, bu şekilde düzen gerçek anlamda değiştirilemez.


HADİ ŞİMDİ BİR DE KAFANIZI HEPTEN KARIŞTIRACAK BOYUTUNA BAKALIM;

Siz muhalif kanatsınız diyelim ve sizin görüşünüzün mali kaynakları ve toplum desteği ve akademisyenleri var. Ve sizin muhalif olduğunuz kanadın da mali kaynakları ve toplum desteği ve akademisyenleri var. Evet, onların da akademisyenleri var. Doğal olarak akademi, iş çevrelerinin birbirine karşı verdiği pasta savaşında, sermaye için en iyisi neyse, onun dilinden konuşmakta, onun çıkarlarına ters düştüğü yerde de susmaktadır.

ÇARPIK EŞİTLİK ANLAYIŞI...

Mesela, kadınların iş gücüne katılması çok gerekli, evet, ama neden ofis klimalarının seksist olup olmadığı tartışılırken, kadınların ağır işlerde çalışmasının hala bir stigma olduğuna kimse değinmez? Çünkü sermaye kadınları ağır iş için yeterince güçlü ve dayanıklı bulmaz ve onları daha çok beyaz yakalı işlerde, yönetici pozisyonlarında değerlendirmeyi daha kârlı bulur. Doğal olarak ortaya çarpık bir eşitlik anlayışı çıkar.

DÜZEN TOPLUMSAL AYRIŞMA İSTEDİĞİNDE, ORTAYA PEMBE OTOBÜSLER ÇIKARIR...

Bunu pek değerli kadınları korumak için yaptığını iddia eder ama aslında istediği tam olarak kadınların soyutlanmasıdır ve yeterince gülümseyerek ve yeterince “Pozitif” kelimelerle söylendiğinde, en beklenmeyecek kişiler bile savunur olurlar çünkü akademi onları taktiklerinin temeliyle, kendi teorileriyle vurur. Ve siz kadınların ağır işlerde çalışmamasının erkeklere haksızlık olacağını söyleyemezsiniz, çünkü kadınların daha avantajlı konuma geçtiğini söylemek politik açıdan yanlıştır.

AKADEMİ VE SİVİL TOPLUM SİZE KADIN CİNAYETLERİNİ, TECAVÜZ ORANLARINI VE AİLE İÇİ ŞİDDETİ DAYAR...

Susmak zorunda kalırsınız ya da belki işinizi bile kaybedersiniz. Çünkü akademi, kadınların dezavantajlı olduğunu buyurmuştur ve kadın cinayetleri diye bir kavram varken erkek cinayetleri diye bir kavram ne hikmetse üretilmez ve kimse toplumsal algı sebebiyle sözü bile edilmeyen erkeklere yönelik, hem de kadınlar tarafından gerçekleştirilen cinsel baskıya ya da erkeklerin aile içinde ve sokakta uğradığı şiddete değinemez çünkü akademi yasaklamıştır bunu.

SESİNİZİN ÇIKMASI İŞLER İÇİN KÖTÜDÜR...

Onlarla aynı şeyi tekrar etmezseniz hiç sevmediğiniz iktidardan yana olmakla, faşist olmakla, insan bile olmamakla suçlanırsınız ve çok hızlı yargılanıp infaz edilirsiniz ve kimse size yapılan haksızlık için ses çıkarmaz çünkü sermaye kadınlara yönelik ürün satmaktan ve onların ürettiği artı değeri pazarlamaktan ve onlara bir şeyler pazarlamaktan çok memnundur ve sesinizin çıkması işler için kötüdür.


BAŞIMIZA GELECEKLER VAR…

Öyle ya, bundan elli yıl önce, reklamlar sigaranın ciğerleriniz için iyi olduğunu söylüyor, doktorlar sigara reçete ediyor ve DDT güvenliğini ispatlamak için çocukların suratına sıkılıyordu ve akademi de pek rahatsız değildi. Dünyanın dört bir yanına sigara satılıyor, Amerikan şirketleri DDT’den milyonlar kaldırıyordu ve kanser henüz bir salgın gibi değildi. Rüzgar, kanser yaygınlaştığında ve insanlar kanserin kaynağı hakkında sorular sormaya başladığında değişti. Gidip de yedikleri gıdadan, içtikleri suya, soludukları havadan, çocuklarına aldıkları oyuncaklara kadar her şeyi kanserojen kimyasallara buladıklarını söyleyemezlerdi ya…

ONLARA BİR GÜNAH KEÇİSİ VERİLMELİYDİ...

Tabi ya, ilk kurban sigara oldu. Yıllarca sesi çıkmayan akademi, birden sigaraya karşı bir savaşa girdi, ve kazanıyor da gibiydi ama kanser vakaları azalmak yerine artıyordu. Bir şeyler yerine oturmuyordu. “Plastik suçlu”, “Tarım ilaçlarından hep”, “Tesisler çevreyi kirletiyor” ve her bir suçlunun ardından ona alternatif daha büyük bir endüstri çıktı ortaya, kimse sormadı rüzgar tribünlerinin yok ettiği kuş sürülerini.


“YEL DEĞİRMENLERİNE KARŞI SAVAŞ”

Kimse sormadı organik gıda yetiştirmenin yarattığı karbon ayak izini. Sermaye daha çok kazandı ve biz daha çok susmak ve inanmadığımız çok daha fazla şeyi söylemek zorunda kaldık. Ve mesela, şimdi bin derde deva diyorlar THC için ve ben merak ediyorum, 30 yıl sonra bilim dünyası savaş açacak mı bir başka yel değirmenine. Ama sormam yasak, değil mi? Yoksa bağnaz, tutucu ve uyumsuz olurum. Deli ya da cahil dersiniz bana, değil mi?
Şimdi tekrar et;
-Ben herkesin fikrine saygılıyım. Onlar mı? Onlar insan bile değil, fikirlerinin bir önemi yok!                 
           

"Özgüven" Yararlı Mı?

Hayatım boyunca en sık duyduğum tavsiye özgüven ile alakalıydı. Nerede bir liste var, nerede bir hikaye, eninde sonunda buraya varıyor.
"Kendine güveni fazla olanlar daha iyi iş buluyor, daha çok para kazanıyor, daha çok daha dahalıyor"  -The Economist

Özellikle cinsiyetiniz erkek ise, bundan kaçışınız yok. Beyin, biseps ve özgüven üçlüsünden "hangisi en büyük olmalı" diye bir anket yapsak alfa erkekler arasında (öğüt vermeye en meraklılar bunlar), "hepsi"den sonraki en popüler cevap özgüven çıkar herhalde.
"Türk erkeklerinin mangalda sorumluluğu üstlenmeleri çok çekici" -Alman turist Helga

Halbuki "kendine güven", özellikle yolun başındaki bir insana verilecek en anlamsız tavsiye. "Başarılı ol" demek kadar anlamsız. Zaten çocuk onun yolunu arıyor. Özgüven, bir başlangıç noktası değil, bir varış noktası. 16-17 yaşındaki bir gencin kendine güvenmesi için ne sebebi olabilir ki: Parası yok, becerisi az, hayatıyla ne yapacağını bilmiyor, vücudundan utanıyor, zevkleri gelişmemiş, Dünya'ya yabancı...Böyle bir insanın güvensizlik hissetmemesi için ruh hastası olması lazım.
Daha ilk adımda başarıyla özgüveni birbirine endekslemek yerine, şu basit gerçek hatırlatılmalı: Bir gencin sahip olduğu tek şey, hata yapma ve rezil olma lüksü. Kalıcı maliyeti olmayan ufak hataları bolca yaparak özgüven inşa edecek. Rezil olunca Dünya'nın başına yıkılmadığını, sürekli olarak sahne ışıklarının altında olmadığını anlayınca bir daha denemeye gücü olacak.
(Yasal uyarı: Bangkok'un arka sokaklarında bir poker masasında böbreğinize işaret ederek rest çekmek, kalıcı hasarı olan bir hata. Özgüven sahibi olacağım diye böbrek vermeyin. Zaten o yaşta Bangkok’da ne arıyorsunuz? Uçak biletini diğer böbrekle mi ödediniz naptınız? (Kaynak: bir arkadaşım)
Buraya kadarki kısım klasik tavsiye kısmı. Bir tatlı kaşığı kişisel gelişim, bir tutam ilham içeren hikayeler için okumuyorsunuz bu yazıyı umarım.
Konunun asıl ilginç kısmı Dunning-Kruger etkisi dedikleri mesele ile başlıyor. Bu pek meşhur çalışmanın çıkış noktası aslında, şimdiki yaygın kullanılan haline biraz ters: bir konuda becerikli olan insanlar, kendilerini ortalamaya fazla yakın görüyorlar. Fakat çalışmanın odak noktası sonradan şuna kayıyor: ortalama ve ortalama altı insanlar, kendilerini olduklarından daha iyi görüyorlar . Bunu zekaya uyarlarsak: "aptal olduğun için aptal olduğunu anlayamıyorsun".
Dunning-Kruger'ı bir ara etraflıca düşünün, epey ilginç deneyler var. Şimdilik bir tanesi konumuzla alakalı: Bir matematik sınavına giren bir grup düşünün. Çoğunluk kendi notunu fazla yüksek tahmin ediyor. Ama erkeklerde bu oran daha fazla. Yani, benzer notlar almalarına rağmen, matematik konusunda erkeklerin özgüveni kadınlardan daha fazla.
Tamamen yersiz bu özgüven yüzünden erkekler daha motiveler. Kadınlarsa bu konuda yeteneksiz olduklarını sandıklarından devam etmiyorlar veya çalışmıyorlar. Ve hakikaten de bir süre sonra geride kalıyorlar. Yani neden-sonuç ilişkisi tersine çevriliyor: Dunning Kruger etkisinden ileri gelen özgüven, gerçek başarıya yol açıyor
(Görece başarı demeliyim, yani erkekler kadınlara kıyasla daha başarılı oluyorlar ama belki olabilecekleri kadar başarılı olmuyorlar, orasını bilemiyorum).
Daha da derine inelim: Milisaniyelik yüz mimiklerimiz.
Buradan devam etmeden önce en son girdiğiniz toplantıyı düşünün. Bir masanın etrafına toplanmış farklı farklı insanlar. Bir süre sonra hemen herkes aynı el hareketlerini yapmaya başlıyor. Aynı konuşma alışkanlıkları, baş sallama şekilleri masaya yayılıyor. Hatta konuşanların göz kırpmaları ve nefes alış verişleri dahi senkronize oluyor. Ve toplantı bitene kadar, muhtemelen bunların hiçbirini farketmediniz.
Sürekli olarak etrafımızdan ipuçları alıp ona göre adapte oluyoruz. Özümüzde konformist yaratıklarız kısacası. Bu o kadar otomatik biçimde oluyor ki, karşımızdakinin farkında olmadan yaptığı mimikleri, farkında olmadan taklit ediyoruz. "Farkında olmadan" kısmı önemli, zira mimikleri bilinçli biçimde o hızda yapmak biyolojik olarak imkansız.
Karıncaların feromonlarla sinyalleşmeleri gibi, bu mimikler de birbirimize anlık duygular sinyalliyor: sıkıntı, sürpriz, şehvet, hayranlık, "osurdum, farketmezsin umarım", vs... Bu sinyallere göre senkronize oluyor.
Bunu konumuza bağlayalım:
Makro ölçekte, özgüveniniz varmış gibi davranabilirsiniz. Mesela çeşitli el sıkışma teknikleri öğrenerek. Siyasilerin hitap sırasında parmaklarını sallamaları, ellerini bol bol kullanmaları bir tesadüf değil, size güven vermek için hesaplanmış ve öğrenilmiş hareketler.
Fakat bu "taklidi" bir seviye daha ileri götürdüğünüzü, yersiz bir özgüveniniz olduğunu düşünün. Tıpkı o matematik sınavına giren ortalama erkekler gibi. Bu sizin mikro seviyedeki sinyallerinizi de düzenleyecek ve karşınızdakinde de aynı sinyallere yol açacak.
İşte tam bu noktada, müthiş bir şey oluyor: Karşınızdaki kendini gerçekten güvende hissediyor. Mimikler, duygulara sebep oluyor. Klasik neden-sonuç ilişkisi yine tersine dönmüş oldu.
Bu etkiye, yine makro ölçekte rastlamak daha kolay. Dik durup dik yürüyen insanların hormonları da ona göre değişiyor. Yapay biçimde gülümsemek insanın stres hormonlarını azaltıyor. Ama burada bahsettiğim daha da inanılmaz: Farkında olmadan yansıttığımız anlık mimikler, duygusal halimizi değiştiriyorlar ve bir süre sonra o mimikleri, gerçekten de o duygu haline sahip olduğumuz için yapmaya başlıyoruz. Ve karşıdakine bunu tekrar yansıtıyoruz. Yani karşımızdakilerle sürekli bir feedback loop (geridönüşüm döngüsü) içindeyiz. Birbirine bakan iki ayna gibi.
Kendimizi özgüvene zorlamak,  birkaç yansımadan sonra, gerçekten de dipten gelen sağlam bir özgüvene dönüşebilir mi? Sanırım kısa süreliğine bu mümkün. Ama bu madalyonun öteki yüzü de var: Karşıdakinin endişeleri ve korkuları da bizi etkileyecek.
Kalıcı bir özgüven için, sanırım başta bahsettiğim "maliyetsiz hatalar" en iyi yol. Belli bir baz özgüvene sahip olduktan sonra, herhangi bir dönüm noktası için gereken o ekstra özgüveni de (mülakata gitmek, birine çıkma teklif etmek, zam istemek, sahneye çıkmak, vs.), etrafımızı güven verici insanlarla sararak elde etmek mümkün...Buna bir isim bulalım: mikro-gazlama. Nasıl?












Sosyal Eşitlik Paradoksu

“Sosyal Eşitlik Kavramı Ve Günümüz Eğitiminin Bu Konudaki Açıkları Üzerine”


Eğer 2000’li yıllar öncesinde bir ilköğretim okulunun “okuma bayramı” etkinliğinde ya da anaokulu sene sonu gösterilerinde bulunduysanız, mutlaka bu yazıya ilham veren minik temsili görmüşsünüzdür; Nazlı İle Kirazlı.
Daha sonraki yıllarda bu temsil, piyes ya da skeç; adına ne derseniz, ekonomik farklılıklar üzerinden yaptığı tanımlamalar ile ekonomik açıdan güçlü olanın ‘üstün’ olduğu mesajını verdiği gerekçesiyle, yani eşitsizliği körüklediği ve ayrımcılığa teşvik ettiği gerekçesiyle kaldırıldı. Artık göremezsiniz yani. Çünkü mevcut sistem çocuklarının eşit olduklarını düşünmesini ister. Öyle olmadıkları aşikar olsa bile.

ROLLS-ROYCE

Bu anlayışın benzer bir versiyonu da örgün eğitimin ilk ve orta dereceli okullarda dayattığı tek tip kıyafet zorunluluğudur. Eğitim hayatı kesinlikle lise ile bitmediği halde, tuhaf bir şekilde tam da yetişkinliğe adım atacağınız dönemlerde artık eşit olduğunuza dair hiçbir propaganda kalmaz. Daha öncesinde siz bir prefabrik kulübede yaşıyor olabilirsiniz ve yan sıranızdaki arkadaşınızı okula özel şoförü Rolls-Royce ile bırakıyor olabilir ve (eğer bu malum arkadaşın ailesi çocuğunu çok pahalı ve süper özel bir okula göndermediyse tabi) siz sadece üniformasından dolayı bu kişi ile tamamen eşit olduğunuz izlenimine kapılabilirsiniz. Tabi ki bu asla böyle olmaz, çünkü bu illüzyonu yaşayabilmeniz için bir kıyafetten fazlası gerekiyor. Ancak fikrin güzelliği de burada, çünkü kimse buna gerçekten inanmanızı istemiyor. Asıl istenen, gereken durumlarda egemen gücün bu eşitliği “sağlayabileceğini” görmeniz ki bu da her şeyden önce eşitsizliğin farkında olmanızı gerektiriyor.

ÜSTÜN İNSAN

Pekala, tekrar Nazlı İle Kirazlı’ya dönersek… Oyun kendi ‘üstün insan’ kavramını Kapitalist sistemlerin “harika tüketicisi” olarak tanımlıyor elbette. Buna göre Nazlı, çok zengin ve beyaz yakalı olan kocasının ekonomik gücü ile tatillere giden, çalışmayan, üretmeyen, lüks tüketime bayılan ve hatta kendi yaşam alanının temizliği için Kirazlı’yı ücretle çalıştıran bir Kapitalizm sembolüdür. Ancak Kirazlı’nın üstünlük kabulü sadece bir tüketim ekonomisi çerçevesinde değildir. Kirazlı için Nazlı aynı zamanda refah içinde yaşayan kesimdir ve refah aslında zenginlik kavramı altına gizlenmekle beraber bu oyunun ideolojik zeminini oluşturur. Sonuçta, Nazlı tek göz odada, pislik içinde yaşamakla beraber banka hesabında milyonlara sahip olabilirdi ve bu yine de bize çok üstün gelmezdi değil mi? Refah önemli bir kavramdır. Bu yüzden Sosyalist ülkeler bile belirli bir yaşam kalitesini hedef alırlar ve bu kalite bir insanı belirli süre üretimde ve hatta hayatta tutacak standartların oldukça üzerindedir. Söz konusu minimum standartlar için “gulag” kavramı üzerine kısa bir araştırma yapmanız yeterli olacaktır.

BÜYÜK PATRON

Peki, niçin Sosyalist ülkeler tüm ülkeyi gulag standartlarında yaşatmazlar? Çünkü devletin ve aslında devletin bir düzenleyici rolü üstlendiği toplumun bireye olan görevi ve sorumluluğu refahtır. Kirazlı’nın hayat standartlarına bir göz atmamızda fayda var. Kirazlı’nın ‘kocası’ -ki, Nazlı oyun boyunca aynı toplumsal role sahip partnerini ‘eşi’ olarak nitelemeye özen gösterir- eşinden az çalışmakta ve muhtemelen eşine şiddet uygulamaktadır. Aslında Kirazlı’nın kocası, kendisinden daha güçsüz olan Kirazlı’nın emeğini sömürmekte ve Kirazlı’nın refahını düşürmektedir. Dolayısıyla biz Kirazlı’yı kocasının diktatörlüğü ve Kapitalist yaklaşımı sebebiyle eleştiririz. Kirazlı’nın hayatında burjuvazi ya da “Büyük Patron” kocası ve kocasına bu gücü veren kendi altkültürüdür. Bu çerçeveden bakıldığında Nazlı ise Keynesyen bir sosyal demokraside yaşıyor denebilir.
Pekala, bu piyesteki asıl rahatsız edicilik nedir? Piyesin (evet artık bu oyundan piyes olarak bahsetmeye karar verdim) sonunda gayet çocuksu bir acımasızlıkla, politik doğruluktan uzak verilen karar cümlesidir;

          “Evet Nazlı, galiba sen benden üstünsün.”

Bu, durumu özetleyen bir cümledir. Nazlı, sahip olduğu ‘zenginlik’ ile değil, mikro-toplum olarak kabul edilebilecek kendi ailesinde gördüğü değer ve sahip olduğu refah ve yaşam kalitesi ile, buna sahip olamayan proleter ve ezilen Kirazlı’dan üstündür. Peki, herkesin Nazlı standardında yaşam sürmesini isteyen bazı sosyalist fikirler çerçevesinden bakıldığında bu piyes bir devrim manifestosu sayılmaz mı? Muhtemelen ülkemizdeki “yeterince hümanist gözüken her şey soldur bence” anlayışıyla bakıldığında böyle düşünmek güç olacaktır. Ancak evet, sosyo-ekonomik durumuna baş kaldırmayan, bunu değiştirmek için kendi elindeki gücü kullanmayan Kirazlı, bunu muhtemelen sosyal ilişkileri ve evlilik içindeki taktik başarısı ile sağlayan Nazlı’dan daha aşağıda bir konumda yer almaktadır. Bir diğer deyişle, Türkiye’deki sol akımların teoriye ve pratiğe olan yabancılıkları ve “tatlı su solculuğu” eğilimleri, gayet devrimci bir piyesin, bu alt metni alma konusunda en başarılı olacak kesim olan çocukların eğitim hayatlarından çekilmesine sebep olmuş; devrimciler yine kendi topuklarına sıkmışlardır. Politik doğru ve çok hümanist toplum algınız ile yetişen ve hiçbir şeyin farkında olmayan çocuklarınızın üniversite ve yetişkinlik hayatlarında da devrimci pratiği ve teoriyi anlayamaması sanırım hiç şaşırtıcı olmayacaktır.
Ne de olsa, 17 yaşını doldurana kadar kendini herkes ile ‘eşit olabilir’ hisseden bir çocuğun, yetişkinlik döneminde bu yapay eşitliğin ortadan kalması ile karşı karşıya kalacağı gerçek dünya için suçlayacak birini ya da birilerini bulması ve eşitsizliği birinin suçu ya da eşit olmayı birinin sorumluluğu olarak görüp, gereken sorumluluğu böyle bir sorumluluk olmadığı halde almak konusunda hiç tereddüt etmemesi kaçınılmazdır. Böyle bir sosyal kriz ile yetişen bir birey gerçeklerle bir anda karşılaştığında tüm mantıksal yaklaşımları reddedecektir. Gelecekte, düşünebilen bir nesil istiyorsanız, gerçeklerle daha erken tanışmasına izin verin. “Evet, bizce de Nazlı, Kirazlıdan üstündür.” demekten çekinmeyin.