Biraz önce tam yatmaya karar vermişken, kapı zilim acı acı çalmaya başladı. Dayanılmaz ısrarını devam ettiren densizin kim olduğu umurumda bile değildi, çalar ve defolup gider diye düşünüyordum. Göz kapaklarım kurşun gibi ağırlaşmıştı. Ardı arkası kesilmeyen zil sesi mecburen yatağımdan kaldırdı, uykum bölünmüş ve rezil olmuştu. Yemek siparişi vermemiştim, gecenin bir yarısı delirip evime gelen arkadaşım olmazdı, hırsızlar en son hatırladığım kadarıyla kapı zili çalmıyordu, komşuların zilleri ile karıştırmak için bir sebep yoktu ve gece dilencisi diye bir şey duymamıştım. Aşağı kapıyı açıp "kim o?" diye bağırdım. Tanıdık bir ses, yumuşak bir kadın sesi "benim, endişelenme" dedi. Bir yerden tanıyordum ama çıkaramadım sesin sahibini. Kapıda bekledim, uyumak üzereyken bu kadın da nereden çıkmıştı? Şimdi konuşmak isterse, kendi sesine bile fazla katlanamayan birisi olarak, bu gerçekten bir eziyet olacaktı. Esnesem ve gözlerimi bir yere sabitlesem belki anlardı ama kim olduğunu bile bir kaç dakika sonra öğrenecektim. Okuldan ya da eski çalıştığım ofislerden birindeydi.
Tahminlerim tutmuştu, okul arkadaşımdı. Aynı zamanda bir süre aynı ofiste de çalışmıştık. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmemiş, aynı dönemlerde aynı şeyleri yapmış, aynı şarkıları dinlemiştik. Gelen bendim. Gecenin bu saatine kadar içmiş, yine cevaplar aramıştım. Soru kitabı ise kayıptı; soruları hatırlamıyordum. Hal böyle olunca, cevap anahtarına bakıp bulduğum sonuçları da karşılaştıramadım. Yorgun görünüyordum, saçlarım bakımsız uzamıştı. "filtresiz bira rezaletti yine, Bomonti’nin tadı çok bozuldu" dedi. Asıl derdini anlatana kadar baktım suratına, çocukluğunu biliyordum ama ne zaman bu kadar büyümüştü? Gençliği bile gölge gibi geriden takip ediyordu, yaşlanıyordum. Anlamsızca eşelenerek zaman kaybediyor, başkasının benden çaldığı zamanı, ben arjantin bardaklardan çıkarmaya çalışıyordum. ve gecenin bir yarısı eve gelmek de neyin nesiydi?
Gözlerini kapatıp, her zamanki gibi bir elini yastığın altına koydu. Kapüşonunu başına geçirdi. "Problemin ne?" diye sordum. Dudaklarını belli belirsiz aşağıya doğru çekti. Bilmiyordu; bilmiyordum. Bir problem olduğu doğruydu, ama tespit edemiyorduk. Hastalıklı hücreler tüm vücudumuza yayılıyor, hiç bir yardımın işe yaramayacağı derin sulara doğru sürükleniyorduk. Rotamızdan şaşmıştık, akıntıya veriyorduk kendimizi. Güzel bir koya da sürüklenebilirdik, Kuzey kutbuna da. Kaosun müritleri gibi sadece itaat ediyorduk. Ve naif bir kadın olmadığımız için de bastırdıkça da büyüyordu nihilimiz.
Gözlerini kapattı, kaşları hala çatıktı. Belli ki bir şeylere çok öfkeliydi. Yatarken bile geçmeyen bir öfke, bir insana duyulmazdı. Kendisine şah damarından daha yakın olduğunu iddia edip hiç bir şey yapmayan tanrıya olsa gerekti kızgınlığı. İzledim biraz kendimi, kaşlarım ve dudaklarım gevşedi. Uyku krallığına emin adımlarla yürürken, hayatın sırtıma yüklediği ve hiç bir işe yaramayan safralar canımı acıtmayı bırakmıştı. Sabaha kadar rahattım, kabuslarım bile güzel geliyordu bu ara. Asıl kabus, sabah alarm sesini duyup, aynı yoldan aynı yere giderken başlıyordu. İstesem de uyanamıyordum, mecburen kendimi başka şeylerle oyalıyordum akşama kadar. Yazmaya çalışıyor, tüm büyük eserlerin sadece kelimelerden meydana geldiğini fark ediyor, her geçen gün umutsuzluğa düşüyordum. Ne yazarsam yazayım, büyük boşluklar vardı. Boşlukları doldurmaya kalkışınca da yazının içinde ilerleyemiyordum. Dolu-boş oyunu ile akşamı ediyor, sonra kafamın estiğini yapıyordum.
Bu öfkeli kızcağızı biraz daha izledim, suratı rahatlamıştı şimdi. İçindeki öfkeyi kontrol edip yönlendirmeyi başardığı gün, önemli bir sıçrama yapacaktı. Öyle bir öfkeydi ki, ne aşka benziyordu ne de adaletsizliğe. Varoluşsal bir kin içini yakıyor ve sorulara doğru cevap vermek için aklının tüm odalarını dolaşıyordu. Hayatı bilmeye yaklaştığını düşünüyor, her kapıyı açtığında başka bir kapının çıkmasına ise sinirleniyordu. Kurban olamayacak kadar güçlü oluşu, kahramanlık ve zalimlik arasındaki ince çizgide git gel yaşamasına sebep olsa da az kalmıştı, kendisini gerçekleştirdikten sonra hayatta geri kalan her şey az parçalı puzzle gibi olacaktı. 5000 parçalık puzzle ile başlamak belki hataydı ama resmi görebiliyordu. Detayları seçebiliyordu, hem de çok iyiydi detayları görmek konusunda. Sadece biraz daha çaba harcaması gerekiyordu.
Yatağımda yatarken, düşüncelerimi temize çekmenin önemli olduğunu düşündüm. İp uçları yakalamıştım ve bu sürek avında her bir işaret önemliydi. Dışarıdan akıl sıhhatim tehlike altında görülüyor olabilirdi, oysa gayet normaldim. Hayattaki normal şeyleri bitmek bilmez ısrarla her gün tekrarlamak bana aptallık gibi geldiğinden olsa gerek, aklımı günde 3 vardiyadan çalıştırmanın yoluna bakmayı tercih ediyordum. Daha ne kadar yükselebilir, ne kadar kapı açabilirim?
Son yarım saatte olanları yazarken, yatağımda diğer tarafa döndüm. Gecenin en koyu zamanlarından biriydi belki ama şafağa az kalmıştı. Sonrası sonsuz özgürlük ve mavi gökyüzü. Önemli bir virajdaydım ve şarampolden yuvarlanamazdım. Yatakta ben, bilgisayar başında ben varken, kapı zili acı acı çalmaya başladı.
İşte bu gerçekten kötü bir haberdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder