29 Ocak 2020 Çarşamba

Tecavüzcüye Üzülünür Mü?

Ciddi bir kesimi, Kobe Bryant'ın ölümü, coronavirustan ve depremden daha fazla etkilemiş durumda...

Yumruk yemiş gibi olanlar var...

 Neden? Kötü biri oldukları için mi?

Bir sürü beşerin beyniyle kalktık milyonluk metropoller kurduk, internet'i yaptık falan... Böyle ahlaki tutarsızlıklar olması normal...

Birçok kişi psikoloji ile ahlaki normları karıştırıyor...

 Basitçe;

Kobe yıllardır birçok insanın hayatının, "sürü"sünün bir parçası olmuş... Diğerleriyse başka sürülerden, birer istatistik onlar... Ama şahsen benim gözümün önünde denize düşseler, Kobe'yi mi kurtarırım, 10 tane Elazığlıyı mı? İkincisi tabi ki...

"Tecavüzcüye üzülünür mü?"

 41 senelik bir yaşamı (çocukları, başarıları, hayırseverliği, vs) o hayatın 1 saatine (ki orada da ne olduğu tam belli değil çünkü davası görülmedi) indirgemek tam da sosyalmedya çağına yakışacak bir tembellik ve ahlakçılık kombosu...

Şimdi belli bir kitlenin argümanı;

"O hayatın 1 saatlik kısmı"nın başka bir hayatın ne kadarlık bir kısmını ne hale getirdiği önemsiz mi yani? Dava görülmediği için bir soru işareti olarak kalabilir ama gerçekse yaptığı diğer tüm her şeyi tek kalemde silmeye yetecek kadar büyük bir şey..."

Hayır değil... Cinayet bile değil... Atıyorum, Thomas Jefferson'ın köleleri vardı diye adamın adını tarihten kazımak gibi....

Bir hayatı tek kalemde silmek yerine iki hayatı da anlatırsın, güzelini de çirkinini de anlatırsın... İnsanlara hayatın karmaşıklığını gösterirsin....

Çoğumuzun hayatı bir kelimeye sığamaz... Güzeli de çirkini de anlatmak lazım...

 Yani "tecavüzcüydü" değil, "tecavüzcüydü AMA iyi bir babaydı" hiç değil....

 "Tecavüzcüydü (diyelim ki) VE iyi bir babaydı" gibi...

 Mesela; Thomas Jefferson köle sahibiydi VE büyük bir liderdi...

Bu işin de makul bir sınırı var elbet... Weinstein mesela... Suçun şiddeti, sıklığı ve planlılığı arttıkça, "onun da iyi yanları var"cılık zorlaşıyor, toptan aforoz etmek gerekiyor kişiyi emsal için....

 Sosyal bir karşı teşvik...

 Ama bence o eşik fazla düştü sosyal medya kültürü yüzünden...

"Peki 41 sene yerine 2 saatlik bir yaşamı olsaydı o zaman o 1 saatte indirgemek doğru olur muydu ?"

DAHA doğru olurdu....

Ya da o 1 saatte yaptıkları çok daha kesin ve kötü olsaydı da bu indirgemecilik DAHA doğru olurdu...

Söylediklerimin sevilen birine,  toz kondurmamakla alakası yok... Zaten benim de Kobe ile aramda öyle tensel bir bağ falan da yok.

Sadece tozdan ibaret görmekle alakası var....

Kobenin bence davası görülmeli ve ufak da olsa (kamusal hizmet vs gibi) bir ceza almalıydı...

İnsan ünlü ve kariyerinde başarılı diye işlediği suçlardan azade mi olmalı?

Ya da;  Weinstein'den tek farkı ölmüş olması mı?

Dediğim şey; "Azade olmalı" değil, "indirgenmemeli"

Dev fark var.

 Weinstein yaptığını defalarca, planlı olarak ve yıllar boyunca yapmış....

Elma / armut yani...

Kobe'nin "işlediği suç" ne tam? Bilmiyoruz... Çünkü mahkeme görülmeden para verdi, kadın da kabul etti.

27 Ocak 2020 Pazartesi

Vakit Nakit



"Yazıları neden story olarak paylaşıyorsun?"

Bu benim için müthiş gözlem aracı...

Ortalama 10-12 sayfa okuduktan sonra okumayı bırakıyoruz. Gören kişi sayısının düşüşü muazzam bir grafik.

Peki bu ne demek?

İlgimizi çeken, merak ettiğimiz bir konu(öyle olmasa neden 10 sayfa okusun? Direkt geçer.) hakkında BİLE motive değiliz.
Okumaya motive olamıyoruz.
"OKUMUYORUZ"
"Okumak vakit kaybı" komutu hakim. Ki haklı bir komut.
21.yy'ın en büyük tuzağı da bu değil mi zaten?  "Acelem var" sanrısı... Faydacılık ve somutizm. Vakit, nakittir?
Muazzam illüzyon. Kastettiğim asıl şey, kaliteli boş zamanın çok ender oluşu... Ellerimin ve kafamın işle meşgul olmadığı, bana bir şeyler katacak aktivitelere ayrılan zamandan bahsediyorum.... Burada temel arz-talep mekaniği işliyor... Yani insan, giderek küçülen bu zaman diliminden maksimum fayda sağlamaya bakıyor ve bunu da bildiği tek yolla, o zaman dilimlerine büyük paralar gömerek, hazırcı olarak, hazzı maksimize ederek ve sabretmeden yapıyor...

Arkadaşlarla yemeğe mi çıkacağız kırk yılın başı? O zaman en baba yerde yiyelim de zevkini çıkaralım....

 Kültürümüz, donamımız kaldırmayabilir ama cüzdanımız kaldırıyor...

Okumaya ya da sabıra ihtiyacımız yok! Sadece nakit...

Çevrendeki herkes aptal gibi para harcayınca, acele edince, hazzı maksimize edince sen de bundan etkileniyorsun... Onlar iyi bir restorana giderken, sen evde oturup bir şeyler okuyup, vakiti nakite çevirmeden, skype'la bağlanacak değilsin...  Ya da sana iyi bir doğumgünü hediyesi alanların doğumgünü gelince "ben bu işleri fazla materyalist buluyorum" diyecek değilsin....

Bir süre sonra da bu aşırılık,   lüks ve statü tuzağıyla elele gidiyor; "Pahalı şarap seçemeyeceksem ne diye o kadar okuyorum? Madem çalışıyorum , o zaman en iyi şaraba layık değil miyim?"

Halbuki o şaraptan zevk almanı sağlayacak kültürü edinmek için gereken zamanı satın alamazsın, onun bir kısayolu yok  . Kültür ve zevk, zamanla edinilir, parayla tüketilirler.... Çok zamanda kazanılan parayı, az zamanda harcayarak hayatı "hacklemek" ve kaliteli yaşamak mümkün değil, bu bir yanılsama...

Piyasayı yenemezsiniz... Aceleniz olmasa da, okumaya  sabrınız da olmasa yenemezsiniz...

Finansal yatırımın mantrası diversification kavramıdır, yani tüm yumurtaları aynı sepete koymamak... Bizim yumurtalar da görünürde farklı sepetlerdeler....

Modern insan, bu sepetlerde altın yumurtalar değil sanal rakamlar ve acele  biriktiriyor... Çalışma hayatınızdan arda kalan her şey, bilgisayardan gerçek zamanlı izlediğiniz bu sayılarla ölçülüyor.... Ve günün birinde, hepsi gözünüzün önünde saatbaşı erimeye başlayabilir....

Ben birikimin dolar cinsinden değil, özgürlük cinsinden hesaplanılmasının alışkanlık haline getirilmesini savunuyorum...

Ne kadar paran var? Kusursuz omlet yapmasını öğrenene kadar, Fransızca'yı sökene kadar, bir türlü bitiremediğin o kitabı ya da makaleyi okuyup ya da yazana kadar vs...

Bu saçma sanal strese yenilip panikleyerek, kalan varlığını düşen fiyattan satabilirsin ama o arada voliyi vuran vuruyor, olan da piyasayı yenebileceğini sanan ufak yatırımcılara( 21.yy insanına) oldu... Yani tam zamanında alıp, tam zamanında satmaya çalışan vakti nakit aklıevvellere....

Wall Street'te doğup büyümüş kodamanların milyarlar kaybettiği bir dünyada, senin benim gibilerin piyasa ortalamasını yenmeye çalışmaları aptalca bir rüyadır...

Yanılsamadır...


Bu çalkalanma bana rahmetli anneannemin bile bildiği bir şeyi hatırlattı; Kolunda altın bileziğin olsun ama sanal rakam olarak değil.

Sabrın olsun, ilgini çeken bir şeyleri okuyabilecek kadar...

 Ve acelenin olmadığını fark edecek kadar zihin açıklığın olsun.

Bir de uzay çağına tahammülün olsun.

En çok bu lazım!










E.P İle Ahkam Kesecekler için Ortamlarda Satabilecek Değerde Tavsiyeler





Bir ara Facebook'ta The Red Pill hakkında bir tartışmaya girmiştim. Bu “kırmızı hap” meselesi tam olarak nedir, o gün de bilmiyordum, bugün de bilmiyorum. Esrarını koruyor. Zira her tartışma “gerçek Red Pill bu değil” ile açılış yapıp, “kahrolsun Meriçler” sloganlarıyla noktalanıyor, tam anlayamıyorsun durumu... Malesef ki kadın-erkek ilişkileri konularını, ana akım medyada sakin sakin konuşan olmayınca, millet ister istemez bu söylevlere kayıyor. Ve merkezi bir otorite de olmadığı için, belli bir miktar kaos doğal. Öyle hatmedilecek bir kutsal kitapları yok sonuçta bu kırmızı hapçıların...
Anlatana bağlı olarak, şu öğeleri değişik oranlarda içerdiğini gördüm;
  • Kişisel gelişim (vücut geliştirme, özdisiplin, Stoacılık, vs)
  • Kadın tavlama teknikleri
  • Kadınlardan yakınma şekilleri
  • Feminist yakma şenlikleri
  • Evrim ve ekonomi terimleriyle cinsler arası farkların açıklanması
  • Nafaka optimizasyonu (ilk adım: evlenmeyin)
Ben de konuya evrimsel psikoloji kanalından dahil olmuştum, çünkü çok ilginç ve bir o kadar da halka açık bir konu. Yani bir uzmanlık gerektirmeden, hikaye yazmaya açık... Kimse ehliyet sormuyor, hepimiz yapabiliriz.
37wfv0.jpg
Her kırmızı hapçılığa heves etmiş birileri gibi benimkiler hakkında da sizce nasıl yorumlar almışımdır ?
Pek “akılcı” ve “soğukkanlı” oldukları söylenemez; hani bu arkadaşların özimajları bu ya... Hayaller Aristo, gerçekler SJW tetiklenmesi.
Neyse, şimdi o eski lüzumsuz atışmaları ayıklayarak, içeriği aktarıyorum. Buradaki amacım, tüm tartışmaları bitirecek bir “Ultimate Red Pill Eleştirisi” değil, hele hele evrimsel psikoloji eleştirisi hiç değil. Amacım,her konuda karşımıza çıkan bazı hatalı düşünce kalıplarını (benim düşünceme göre) incelemek. Red Pill işin bahanesi yani...

Bilim ve Sözdebilim

EP, fizik gibi bir bilim dalı, yani bir hard-science değil. Astroloji gibi tamamen sözdebilim (pseudoscience) de değil... İkisinin arasında bir konumda. İyi haliyle sosyoloji gibi, ekonomi gibi bir soft science oluyor.
Elbette “soft science daha kötüdür” diye bir şey yok, sadece belirsizlik fazla. EP de test edilemeyecek hipotezlerle dolu. Fakat biz evrim teorisine olan saygımızı -ve onu saldırılara karşı savunma refleksimizi- biraz abartıp, EP teorilerine hard science muamelesi yapıyoruz. Bunu itiraf eden o delikanlı kız benim!
Capture.PNG
Farazi bir örnek;
“Eski avcı-toplayıcı toplumlarda erkekler gidip avlanırlar, kadınlarsa çocuklarla geride kalır, meyve toplarlar. Bu yüzden erkeğin matematiksel zekası ve rekabetçiliği gelişmiştir, kadınınsa yardımlaşma yeteneği."


Kulağa mantıklı geliyor değil mi? 18 yaşında olsam evrenin sırrını çözmüş gibi sarılırdım buna.

Burada aslında birbirinin içine geçmiş iki ayrı iddia var, önce onları ayıklamak lazım. Birincisi iş bölümüyle ilgili, ikincisi de evrimsel adaptasyonla.
İş bölümünün olduğunu nereden tahmin ediyoruz? Mesela modern avcı-toplayıcı toplumları gözlemleyerek. Veya eski mezarlarda erkekle birlikte gömülen av silahlarına bakarak. Silah kadınla değil, erkekle gömülmüşse, bunun bir anlamı olmalı.
İşin soft science kısmı bu... Soft, çünkü kanıtlar kesin değiller ve tekrar deneye tabi tutulamıyorlar....
Mesela;
  • O avcı-toplayıcılar, bizle iletişime geçtikleri anda değişmiş olabilirler. Yani numuneyi kirlettik.
  • Değişmeseler dahi örneklem çok ufak. Binlerce mezar, binlerce avcı-toplayıcı toplum yok ortada.
  • Ya da bize ulaşmış bu numuneler, olağandışı oldukları için hayatta kalmış olabilirler. Yani modern zamanlara kadar tarım devrimini yaşamamış olmak için çok izole olmak lazım. Bu şartlara adapte olmak için geliştirdikleri iş bölümleri, diğer avcı-toplayıcılarda olmak zorunda değildi...

Peki ikinci iddiayı, yani adaptasyon kısmını nasıl biliyoruz? Orası işin hikaye yazdığımız kısmı. Bunları doğru-yanlış diye kesin ayrımlara tabi tutamıyorsun. Onun yerine kuvvetli-zayıf ayrımı olabilir. Mesela yukarıda, ilk bakışta kafanıza yatan örneği biraz daha sakince düşünün;
  • Erkeklerin avlanması da yardımlaşma gerektiriyor. İnsan tek başına avlanmıyor sonuçta.
  • Hasılat da ortak. “Yani en büyük ceylanı getiren erkek en güzel dişiyi düdükler” gibi bir sistem yok. “Bu ceylan benim” diye diretsen, elinden alırlar zaten.
  • Avlanma toplam hayatın ufak bir kısmı. Her gün 9-5 ava çıkmıyor topluluklar. Hatta bazı coğrafyalarda hemen hiç çıkmıyorlar, av yok zira. Kalorinin çoğu toplayıcılıktan geliyor.
Demek ki evrimsel baskılar, ilk anda sandığımız kadar farklı değilmiş...

Ortalamanın Yanıltıcılığı

Yazdığımız hikayelere devam. Bazen de hikayenin başlangıç noktası modern toplum oluyor. Şu örneği düşünelim;
"Ortalama bir erkek, kadında gençlik ve güzellik arıyor, ortalama kadın da zengin ve başarılı erkek arıyor. Neden?"


Anketler böyle diyor hakikaten. Ama bu tam olarak ne demek?

  • Her şeyden önce, ortalama yanıltıcı bir kavram. Belki erkeklerin %30'u güzelliğe öncelik verdi, ikinci şık ise %28 oy aldı. Asıl önemli olan şey dağılım. Bu dağılımların eğitime ve gelir grubuna göre değişimi var. Ama varsa yoksa ortalamadan hareketle yapılan genellemeler.
  • Dahası, aynı gözüken cevapların özü de epey farklı; Mesela benim için de estetik en önemli şey ama bir noktaya kadar. Atıyorum, 10 üzerinden 6 estetik sağlandığı anda estetiğe önem vermeyi bırakırım. Bir başkası için bu sınır 3 olabilir. Bir başkası 10/10 geldiği anda şalterleri indirir, nerede olduğunu unutur...
  • Bu detayları aktarabilecek deneyler yapılamıyor. Çünkü çok pahalı. Bu işlere kim para yatırır ki? Ürünleştirebileceğin bir şey yok işin sonunda. Yapsan bile, ne yazık ki çoğumuzun aklında kalan bilgi yine de şu tek satır olacak;
  • Erkek güzellik ister, kadın da zenginlik."
maxresdefault-min.jpg

Sosyal Öğrenme Teorisi

Erkek güzellik ister, kadın da zenginlik."
Bu aşırı basitleştirilmiş önermeyi doğru farz edip, örneğin üstüne inşa edelim...
Niye kadınlar zengin erkek istiyorlar?
“Çünkü kadınlar senede en fazla bir çocuk yapabilirler. Onu da büyütme süreci zahmetli iş. O süreçte kendilerini güvenceye almaları lazım. Erkeklerinse çocuk sınırı yok, her kadına sarkabilir ve hiçbirine bağlanmak zorunda değiller."


Bu hipotez doğru olabilir, derdim o değil. Odak noktamız düşünme metodumuz ve çoktan ikinci yanlışı yaptık; Kültürler-ötesi her trend (mesela Japon kadının da Afganın da hep zengin erkek tercih etmeleri) illa evrimsel kaynaklı olmak zorunda değil. Şu alternatif açıklamayı düşünün;

"Kadınlar yakın zamana kadar köleden hallicelerdi. Zira tarım toplumu ile birlikte katı hiyerarşiler oluşuyor ve takip eden 12 bin yılın 11900'ü boyunca kadınlar eğitilmiyor, tarla dışında çalıştırılmıyor, mal sahibi olamıyorlardı. Bu düzende kadının tek kurtuluş şansı, daha üst birini bulup sınıf atlamak (hipergami). Yani hipergami, kadının doğasından gelen bir özellikten çok, bulunduğu "sosyal kast"ın bir sonucu. Dolayısıyla eş seçimindeki tercihler ve stratejiler, biyolojiden ziyade sosyoekonomik yapıya bağlı. Kadınlar öyle davranmayı öğrenmişler.”


Bu iki açıklamanın hangisi ne kadar doğru bilmiyorum. Orası uzmanlık işi, detay işi. Asıl önemli nokta şu; EP, duygusal olarak daha çekici bir seçenek. EP bazlı bir açıklamaya kafamız daha kolay yatıyor ve kafamız yattığı an, alternatif aramayı bırakıyoruz. Çünkü bu daha "bilimsel" geliyor.

Halbuki ironik olarak bu ikinci teori, evrimsel hikayeden daha bilimsel, çünkü daha yanlışlanabilir. Şöyle bir test hayal edin;
Kadın-erkek eşitliği arttıkça, eş seçilim tercihleri benzeşiyor mu, benzeşmiyor mu? Başka bir deyişle, sosyal kastı yükselen kadın, erkekte zenginliğe daha mı az önem veriyor?
Böyle bir korelasyon yoksa, seçilim yakınsamıyorsa, sosyal öğrenme bazlı teori zayıflar (yakınsadığı bulunmuş linki bıraktım) Ama EP hipotezini yanlışlamak çok daha zor;
Enfadados.jpg

Arabesk Yorumlar

Tüm bunlar yine işin görece iyi kısmı. Asıl şarampole yuvarlanılan yer, bir EP hipotezinden ahlaki yargı türetmek...
Hipergami hakkında konuşuyoruz diyelim, yani sınıf atlamak amacıyla eş seçimi yapma kavramı hakkında. Belki bu durumu sosyal öğrenme açısından, belki üreme stratejisi açısından değerlendirdiniz, neyse artık. Fakat kısa sürede muhabbet şuna dönüşüyor;
“Kadınlar nankördür, iyisini buldu mu sizi bırakır, bu karı milletine güven olmaz"


Ne oldu? Bilimsellik, rasyonellik vs diye başlayıp, iki dakkada arabeske bağladık... Bir garezi, bir kompleksi bulunan herkes buraya destek veriyor.

Dışardan bakınca komik tabi. Ama onca karşı örnek varken bunu yapmaları trajik. Yani dünya, daha genç ve güzel kadını bulunca ailesini bırakıp giden erkeklerle dolu olmasaydı, o arabesk yaklaşımla yine dalga geçerdik ama biraz daha anlaşılır olurdu... Lakin işler öyle değil. Hipergami yüzünden “nankörlük” yapan bir kadın başına, ikinci baharını yaşamak için yuvadan uçan kaç erkek vardır acaba?
Bu şartlar altında erkekler için mağduriyet çıkarabilen biri varsa, gitsin başvursun, yarın AKP il başkanı yaparlar...


Çok Değişkenli Götürgeç

Hipergami, zaten tek başına çok yetersiz bir model. Hasta eşine yıllarca bakanların, tekrar evlenmeyen dulların motivasyonu nedir mesela? Beyinlerinin bir köşesinde "tekrar evlen, kendini güvenceye al, alfa erkek bul, bir çocuk daha yap" komutları çalışıyor olabilir. Ama belli ki en kuvvetli komut bu değil.
Bu da bizi bir başka tuzağa getiriyor; Bir EP hipotezi geçerli olsa bile, bu onu tek faktör yapmaz.
İnsan, çok değişkenli davranış modellerini işleyemiyor. "Ayşe neden Mehmet'i seçti? Arabası yüzünden tabi" diyoruz. Yoksa "%20 arabası, %15 kendisine çiçek alması, %129 Led Zeppelin dinliyor olması" diyemiyoruz...
Dahası, bu çok boyutlu güdüler, zamana göre de değişiyorlar. Herkes 365 günün 24 saati aynı değil...
Erkek arkadaşım arada gaza gelip tecavüz fantezisi yapmak isteyebilir. Ama o %1'lik zaman dilimindeki davranışlarına bakıp "işte oğlum, sahiplenme ve hizmet alma arzusu senin doğanda var, asıl halin bu, özüne dön... Şimdilik de işe dön" demek bir acayip. Öyle bir denklem ki bu, kalan %99 zamanda yaptıkları onun "gerçek" halini yansıtmıyor ama o %1 yansıtıyor.
Zaten bu insanın özü muhabbeti, kültür ile birlikte epey karıştı…


İnsanın Doğası Ne?

Ben kültürün, genetik ve doğal şartlar sonucu oluştuğuna inanıyorum. Ama bu deterministik bir biçimde olmuyor. Nasıl ki kimyanın özünde fizik var, ama fizik kimyayı deterministik biçimde belirlemiyor (bir başka deyişle, ancak kimyasal düzeyde anlaşılacak bir sürü fenomen var), kültür-doğa ilişkisi de öyle; Bir noktada kültürün kendine has dinamikleri, kuralları oluyor. Onu evrime indirgeyemiyorsun...
Ve bu sistem sürekli kendini besliyor. Kültür, bir sonraki neslin kültürünü de şekillendirdiğinden, bir geribesleme döngüsü var... Kısa sürede sistem ilginç sonuçlar vermeye başlıyor...
Mesela en temel evrimsel güdüyü düşünün; Hayatta kalmak. Yani bir şey için evrimleşmişsek, bir özümüz varsa, o da hayatta kalmak, değil mi?
Peki insan niye bir başkası için kendini riske atar? Hadi bunu geçelim, niye kedi köpek için canını tehlikeye atar?


Akrabanızı kurtarmak için risk almanız yine anlaşılır, kin selection diye bir teori var; Akrabanın genleri kısmen senin de genlerin, o yüzden o kurtulunca ve Almanya kazanmış olunca biz de kazanmış sayılıyoruz... Ama köpek kurtararak gen yaymak mümkün değil. Ona rağmen kurtarıyoruz. Olayın heyecanı yatıştığı zaman dahi, insanlar gidip hayvan kurtarma dernekleri kuruyor, gönüllülük yapıyor, para harcıyorlar. Bir kültür oluşuyor. Bir süre sonra "hayvan hakları" diye bir kavram icad ediyor ve buna gönülden inanıyoruz sonra aktivist Selinsu oluyoruz.

Hahahah !

(Tamam dur, bu yazıda ciddiyetimi bozmayacağım.)



Şimdi kalkıp "siz özünüzde hayvanları o kadar umursamıyorsunuz, kültürün bu dayatmalarını boşverelim, doğal halimize dönelim, daha mutlu oluruz" diyebilir miyim? Bu size saçma geliyorsa, kadın-erkek ilişkilerinde “doğal halimize” dönme isteği niye makul?

Sosyal Hayvanlar ve Evrim

Son argümanımda “doğal ayarlarımız” diye bir şeyin olduğunu ve bunları bildiğimizi farz ediyordum... Halbuki, gerek ırk olsun, gerek cinsiyet olsun, birçok insanın doğal ayar dediği şey, tarım toplumuyla ortaya çıkmış.
Yani 200 bin sene, ufak gruplar halinde, bir kast sistemi olmadan yaşaman her nasılsa “doğal ayar” değil, ama çoğu toplum için en fazla 2-3 bin senelik bir macera olan yerleşik hayatın kalıplaştırdığı (ve kültür ile ilginç yerlere gitmiş olan) roller doğal. Böyle bir şey olabilir mi?
Kadının, erkeğin kaburgasından yaratıldığı gibi bir öğretiyi, hangi genlere, hangi “doğal” cinsiyet rolüne indirgeyebilirsin mesela? Doğurma gücü olan kadın, ama kültür öyle bir şey ki işte, onu “doğurulmuş” konumuna itekleyebiliyor. Ya da alfa bir erkeği, gönüllü olarak bakir kalmaya itebiliyor (ruhban sınıfı)
Ama benim daha da temel bir sorum var; İdeal toplum, “doğal ayarlarına” dönmüş toplum mudur?
  • Evrim, mutlu ve sağlıklı yaşayanı ödüllendirmiyor. Genelde çocuk yapmayı ve o çocuklar doğurganlaşana kadar onlara bakabilmeyi ödüllendiriyor. Dolayısıyla kadınların 10 tane çocuk yapıp 30 yaşlarında öldüğü bir toplum, 2-3 çocuk yapan ve sağlıklı bir biçimde 80 yaşına kadar yaşayan insanların toplumunu nüfus olarak ezer. (Tabi çok basitleştiriyorum, başka etmenler de var. Mesela bir toplulukta yeterince moruk yoksa, bilgi aktarımı aksıyor). Evrim bir optimizasyon değil, bir best effort hizmetidir. “Olduğu kadar be abi”. Yani evrime en uygun şekilde toplumu düzenlemek otomatikman iyi bir şey değil.
  • Evrimsel olarak ideal erkek nedir? Geniş omuzlu, çene kemiği kuvvetli, kaslı? Eh, tüm diğer şartlar sabitse neden olmasın. Ama o diğer şartlar önemli işte. Biz eşleşmeye meyilli hayvanlarız (pair bonding). Türümüzün stratejisi, gorillerdeki gibi alfanın harem kurması değil. Veya bonobolardaki gibi, kadın erkek herkesin önüne gelenle yatması, bunun sonucu hangi çocuğun kimden olduğu belli olmadığı için tüm çocuklara ortaklaşa bakılması da değil. Ana stratejimiz eşleşme (daha doğrusu seri monogami). Dolayısıyla bir kadın açısından, çocuğuna bakacağı %100 garantili olan “vasat” eş, bu garantiyi vermeyen über-erkeğe kıyasla daha değerli...
  • Bir topluluk açısından da başka şeyler değerli; Alfaoğlualfa da olsan, çok iyi bir eş de olsan, toplulukla uyum sağlayamadığın sürece soyunun devamı imkansız... Sosyal hayvanlarda bireysel genetik üstünlüğün değeri, uyum ve ittifak kurabilme yeteneklerinin değerinden çok daha az. Bir sürü insan, sanki kaplanla aynı evrimsel dinamiklere sahipmişiz gibi EP yorumları yapıyor...

Dehanın Yanıltıcılığı

Eğer sindire sindire okuyorsanız zaten anlamışsınızdır, tüm bunları “kadın-erkek aynıdır, hatta cinsiyet diye bir şey yoktur, tüm farklar kültürel birer inşadır” gibi şeyler demek için yazmıyorum. Kadın ve erkek arasında doğuştan gelen nörolojik farklar var. Ama bu farklar sanıldığından ufak (birazdan değineceğim) ve her fark, evrimsel bir adaptasyona işaret etmez. Yani bazı genetik farklar tesadüf eseri kalıcı olur, zararlı değillerse filtrelenmezler. Hatta "darboğaz etkisi" (bottleneck effect) yüzünden nüfusa iyice yayılabilirler...
Bu noktayı değişik bir açıdan örneklendirelim; Hemen her alanda, en başarılı insanların çoğu erkek. Neden?
Bunun en kolay açıklaması ayrımcılık veya patriyarka. Ama bu aslında, fazla düşünmeden konuyu kapatmak demek. Çok daha ilginç nedenler de var... Mesela, bir işte çok başarılı olmak için gerekenler ne, bir düşünelim;
  • Deha / yetenek
  • Zaman (o işe ayırabileceğiniz toplam saat)
  • Obsesiflik (o işe ayırabileceğiniz toplam dikkat)
Erkek nüfusunda bunlar daha bol bulunuyor. “Her erkekte hepsinden daha çok var” demiyorum, dikkat edin. En basitinden çocuk yapmayıp (veya yapsa bile) işine odaklanma imkanı, tek başına devasa bir fark yaratır. Yani dünyanın en iyi aşçısı olabilecek 1000 kişilik bir yetenek havuzu varsa, bir ayrımcılık olmasa ve hatta herkesin doğuştan yeteneği eşit olsa dahi, zamanla o havuzun atıyorum 900’ü erkek olacak...
Piramidin tepesine çıktıkça, yani en büyük şirketlerde yönetici olmaya, en iyi avukat olmaya, en iyi ressam olmaya çalıştıkça, çok ufak bir zaman veya obsesiflik farkı, sonucu epey değiştiriyor. Piramidin tepesinde bir kez erkek çoğunluk oldu mu da, onlar da kendi kültürlerini yaratıyorlar ve kadınların işini iyice zorlaştırıyorlar... (Mesela Silikon Vadisi “bro kültürü” veya ters yönde bir örnek için, hemşire olmak isteyen bir erkeği düşünün)
Ama ben biliyorum, sizin dikkatinizi asıl deha çekmiştir. Ne demek daha fazla erkek deha var? Ve bu bilgi, nasıl istismar ediliyor?
male-and-female-iq-distributions.jpg
  • IQ gibi basit bir parametre kullanalım (başka özelliklere de uyarlanabilir diyeceklerim)
  • Kadın-erkek ortalamalası aynı, fakat uçlardaki erkek yoğunluğu daha fazla. Kısacası, doğal yatkınlığımız öyle ki, dehaların ve moronların çoğu erkek...
  • Bu bilgiyi duyduğunuzda ilk verdiğiniz tepkiyi analiz edin. Kadınsanız savunmaya mı geçtiniz? Erkekseniz bundan böbürlendiniz mi? Nedense kimse kendini moronlarla özdeşleştirmiyor, hemen dehalara kayıyoruz...
  • İşin açıkçası, bundan kendinize pay çıkaramazsınız, zira epey uç örneklerden bahsediyoruz. Yani ancak 10 binde birlik kısımda cinsiyet farkları önemli oluyor. Kalan 9999'umuzda bir numara yok. O 10 bin kişi içindeki 1 kişi olma ihtimaliniz de, evet hesaplıyorum, 10 binde 1...
  • Daha ilginci, piramidin tepesindeki IQ farkları da zamanla erimiş. In the 1980s, there were 13.5 boys for every girl in the top 0.01%, now there are only 3.8. Yani 80’lerde, %0.01’lik o elit kesimde her 13.5 erkeğe bir kız düşerken, bugün oran 3.8’e 1’e gerilemiş. Sadece 30-40 senede, oranların 3-4 kat değişmesi neyi gösteriyor? Ya elitler arasında IQ dağılımı çok değişti, ya da IQ ölçümünün ciddi bir kültürel-eğitimsel bileşeni var....

  • Kadınların fırsat eşitliği arttıkça, elitler arasındaki bu fark da eriyor...

Çıkarılacak En Önemli Ders

Aklınızda tek bir şey kalacaksa, şu olsun isterim; Hemen her türlü deneyde grup içi farklar, gruplar arasındaki ortalama farklardan büyüktür.
Yani rastgele seçilmiş iki Afrikalı arasındaki IQ farkı, Afrikalı ve Avrupalı ortalaması arasındaki farktan büyük. Rastgele iki Türk arasındaki hafıza yeteneği farkı, ortalama bir Japon ile Türk arasındaki hafıza yeteneği farkından büyük.
Benzer şekilde, iki erkek arasındaki fark (matematiğe yatkınlık veya hafıza), ortalama erkek ve ortalama kadın arasındaki farktan fazla... Hem de baya fazla. Dolayısıyla "kadınların doğası budur", "erkekler şöyledir" gibi çıkarımlar, %100’lük genellemeler yapmıyorsanız bile yanıltıcı olmaya mahkumlar.
Çok uç bir örnek vereyim; Özel harekat mensubu işe alacaksam, kadın programına reklam vermem tabi. Ama sadece erkeklerin yapabileceği şeyler o kadar özelleşmiş oluyorlar ki, erkeklerin de çok büyük kısmı bunları yapamıyor. Dolayısıyla ırk, cinsiyet, din gibi büyük gruplar hakkında kullanılan bu tip zihinsel kısayollar pek işe yaramazlar. Ancak ve ancak, başka hiçbir veri yoksa elinizde, hiç yoktan iyidirler. Fakat pratikte elimizde başka veriler de olduğundan, öncelikle ve özellikle cinsiyet gibi dev gruplara odaklanmak yanıltıcı oluyor, hiç yoktan da kötü oluyor.
Lakin, bunu bir ahlakçılık ile ayıplamak istemiyorum. Zira bu eğilimden kurtulamıyoruz. İlla ki hemen her grup hakkında zihinsel kısayol oluşturacağız, bilinçaltımızın bir parçası bu...

Ama;
  • zekanı ve bilgini, bu verimsiz kısayolları rasyonalize etmek için kullanıyorsan,
  • EP’yi de kendi güzelliğinden ziyade sırf bu uğurda bir araç olarak görüyorsan,
  • kendini de “kırmızı hapı aldım, artık koyun değilim, Matrix’in kodunu görüyorum” diye gazlıyorsan,
olaya fazla ideolojik yaklaşıyorsun demektir. Fazla ideolojinin de sonu ya ölüm ya da lüzumsuz stres...
Üstünüze rahat bir şeyler giyinip “ben neden deli gibi bunları kanıtlamaya çalışıyorum ve bu kadar tek yanlı sorguluyorum” diyerek kendi kendinize psikanaliz yapın. Egonuza bir delik açın ve bırakın bu lüzumsuz stres oradan akıp gitsin. Sonra Red Pill’in veya başka bir ideolojinin, hayattan alacağınız huzuru arttıran taraflarını alır, kalan kısmını unutur gidersiniz...

Come on baby light my fire ! -Jim Morrison

Please, ground control Major Tom ! -David Bowie

Egonuza bir delik açın ve bırakın bu lüzumsuz stres oradan akıp gitsin! - IIV. Melisana Louiswrong




6 Ocak 2020 Pazartesi

10 Ütopya ve Distopya






11_big-brother-1984.jpg
 11. 1984





1.1984

George Orwell (1948)


Distopyaların en ünlüsü, en popüleri, en zengini. Her seçim dönemi en az 500 milyon referans aldığından, bu kitabı bilmeden siyaset takip etmek, dil bilmeden dedikodu yapmak gibidir.
Orwell, 2. Dünya Savaşı döneminde o kadar umutsuzluğa düşmüştü ki (bizzat katıldığı İspanya İç Savaşı’nda Franco’nun galip geldiğini görmüştü), muzaffer İngiltere’nin bile bu savaştan bildiğimiz haliyle sağ çıkamayacağını düşünüyordu. Nazilerin yıkamadığı düzen içten yıkılacak, yani demokrasi ya faşist bir darbeyle ya da sosyalist bir devrimle bitecekti. (Tabi Orwell bu ikileminin hatalı olduğunu, İngiliz demokrasisinin hayatta kaldığını görecek kadar uzun yaşadı.)
Birkaç sene öncesinde yazdığı Hayvan Çiftliği, büyük umutlarla başlayıp oligarşi ile biten bir devrim hakkındaydı. 1984 ise ikilemin diğer yarısını, yani tepeden inme bir faşist bir darbe sonrası kurulacak düzen hakkında.
Aslında bu romana futuristik distopya demek de garip, çünkü Orwell neredeyse o gün gördüklerini aynen yazıyordu. Romandaki birçok öğe Stalinizmden birebir kopyalanmış:
  • Big Brother = Stalin
  • Goldstein = Devrimi eleştiren Trotsky
  • Düşünce suçu = NKVD ve Japon askeri polisi Kenpeitai
  • Hainlerin tarihten silinmeleri (unperson) ve Doğruluk Bakanlığı = Sovyet propaganda taktikleri
  • Oceania’nın taraf değiştirmesi ve sanki hep o taraftaymış gibi davranması = Sovyet-Nazi paktı sonrası eski Nazi eleştirilerinin sansürü.



Benim özellikle sevdiğim yanı, Orwell’in dilin önemine olan düşkünlüğü. Fikir şu: Kelime dağarcığı basitleştirilmiş ve mantıksal çelişkilere davetiye çıkaran bir dil sayesinde, insanları yönetmek daha kolay. Bu Sapir-Whorf Hipotezi’ni andırıyor.
Orwell, dilin kullanımı konusunda çok hassastı ve 1984'teki IngSoc'un (yeni İngiliz sosyalizmi) temelinde, dilin, eleştirel düşünceyi imkansız kılacak bir şekilde yeniden tasarlanması yatıyordu. Ayn Rand da komünizmi (ve daha genel olarak kollektivizmi) eleştirmek için "ben" kelimesinin olmadığı bir dil hayal etmişti… Konuştuğumuz dilin, sadece karakterimizi değil, zaman kadar temel bir algı çerçevesini değiştirmesi fikri, benim için ideal bilimkurgu harcı.

animalfarm.jpg
1
Hayvan Çiftliği
George Orwell (1945)





2. Animal Farm





George Orwell (1945)






“Tüm hayvanlar eşittir ama bazıları daha eşittir.”
Ben de çoğunluk gibi, 1984’ü Hayvan Çiftliği’ne daha üstün görüyorum ama belki de Hayvan Çiftliği daha iyi bir tavsiye olabilir. Yukardaki gibi kolay akılda kalan sloganlar içeriyor, daha kısa ve epey direkt bir alegori. Üstelik sonu da en az diğeri kadar vurucu.
Bazıları bunun “kapitalistlerin” siparişiyle basılmış olduğunu düşünür. Orwell’in İspanya’daki savaşta sosyalist kanatta yer aldığından zaten bahsetmiştik (post atarak değil, bizzat siperlerde savaşıp, boynundan vurularak hem de). Yani kendisini “kapitalizmin maşası” (o da ne demekse?) olarak görmek abes. Ama kitabın sonradan popülaritesinin artmasının önemli bir sebebi, yazarın ölümünden sonra azıtan Soğuk Savaş döneminde, propaganda amacıyla Amerikan okullarında okutulmasıydı.
Tabi ki kitabın doğru okumasını yapan biri için bu epey absürd. Zira kitabın ana mesajı “sosyalizm kötüdür”den çok, “iktidar (güç) idealistleri bile yozlaştırır ve bir süre sonra devirmeye çalıştıklarına benzerler” idi. Yani kitaba göre, başarılı/normal kapitalizm ile başarısız olmuş sosyalizmin varacağı nokta aynıydı. Buradan kapitalizme övgü çıkarmak çok güç, hele ki kitabın sonu bunu artık ayan beyan gözünüze sokarken.
Orwell genel olarak “mutlu son”ların yazarı değildi. Öte yandan, 1999’da çekilen filminin (linkini bile vermiyorum, Rotten Tomatoes puanı %40) neredeyse mutlu bir sonu olması, mesajının ne kadar kolayca manipüle edilebildiğini gösteriyor.
13_bravenew.jpg

13.

Brave New World
Cesur Yeni Dünya
Aldous Huxley (1931)










13




3.
Brave New World





Aldous Huxley (1931)


Huxley’nin başyapıtı, sıkça
karşılaştırıldığı 1984’ten tam 15 sene önce yazılmıştı ve onun aksine gerçek anlamıyla bir bilimkurgu idi:
  • devletin yatırım yaptığı ve desteklediği uyuşturucular
  • kendi kendine uçan helikopterler
  • genetik mühendislik
  • eugenics
  • Fordizm
  • 60ların “free love” hippilerine taş çıkartacak bir cinsel özgürlük…



Huxley’nin distopyası bir korku imparatorluğundan ziyade bir konfor düzeniydi. Herkesin temel ihtiyaçları karşılanıyor, herkes zevk-ü sefaya dalabiliyordu. Hatta, biraz üstünkörü okursanız bunu bir ütopya romanı bile sanabilirsiniz. Ama Huxley’nin amacı, aşırı iyimser teknolojik ütopya hikayeleri yazan HG Wells ile dalga geçmekti. Yani “senin ütopyaların gerçekte böyle şeylere yol açar” demeye getiriyordu.
Huxley’nin Orwell’den ayrıldığı en önemli nokta bence cinsellik. Bu kadar temel bir şeyi baskılamak sürekli bir direnç yaratacağı için, ve bu direnç de muhalefet olarak şekilleneceği için, akıllı bir dikatörlük tam aksi yöne gitmeli.
Bugünün dünyasına bakınca, yani bilgiye ulaşım bu kadar kolayken yalan yanlış şeylere inancın zayıflamadığı bir dünyaya, Huxley’nin vizyonunun daha gerçekçi olduğu bariz. 1984’ü yaşayan bir tek Kuzey Kore var, oysa kalan herkes Cesur Yeni Dünya’da: Bir bolluk ve aptallık dünyası. (“Soma” isimli uyuşturucunun yerini “eğlence sektörü” alıyor, ki buna Fahrenheit 451’de de değineceğim.)
Bu dünyada sansüre gerek bile yok, çünkü sosyal medyadaki dezenformasyon çok daha etkili. Bu dünyada diktatörlüğe de gerek yok, çünkü demokrasi adı altında kontrol daha kolay. Ve henüz genetik düzlemde olmasa bile, sosyokültürel açıdan belirgin bir kast sistemi var. (nesilden nesile aktarılan servet adaletsizliği ve onun yolaçtığı eğitim farkı).

14_island.jpg
1
Ada
Aldous Huxley (1962)




4. The Island





Aldous Huxley (1962)


Brave New World’den 30 sene sonra, yıllardır hayalini kurduğu ütopyayı nihayet kağıda dökmüş Huxley. Bu ada ülkesi, distopyasındaki gibi bir modernizmin veya o düzenin dışında kalan vahşilerin yolunu değil, üçüncü bir yolu seçmiştir: Teknolojiyi ve sanayiyi seçici olarak kullanan ve onu Budizm ile birleştiren bir toplum. Bu sayede toplum akıl sağlığını kaybetmez, uçlara kaymaz.
Brave New World’de kullanılan öğeler/temalar burada da karşımıza çıkar ama farklı kullanımlarla. Örneğin iki romanda da uyuşturucunun rolü büyük. Fakat ilkinde bireyleri kelimenin tam anlamıyla uyuşturur ve köleleştirirken, ikincisinde aydınlanma (Nirvana?) aracısıdır. Zaten bu bakımdan Kızılderili geleneklerine de benzer.
Ada, diğer ütopyalar kadar meşhur değil ama tek başına okumak yerine, Brave New World’den hemen sonra okunursa bence ilginç olacaktır.

15_we.jpg
1
Yevgeny Zamyatin (1924)






5. We





Yevgeny Zamyatin (1924)





Ortamlarda entel puanı kazanmak istiyorsanız, hemen şu sözleri tekrarlayın: “Orwell ve Huxley halt etmiş, her şeyi Zamyatin’den çalmışlar.” Dilediğiniz kadar iddialı konuşun, kimse de size bir şey diyemez, popüler kültürün kölesi gibi gözükmek istemeyeceklerinden.


Gerçekten de Orwell bizzat bu etkiyi kabul etmişti (Big Brother = Benefactor). Hatta 1984’ü yazmadan birkaç sene önce bir Zamyatin ve Huxley karşılaştırması bile yapmış, Huxley’nin We’den etkilenmiş olması gerektiğini yazmıştı. Huxley bunu reddetmiş, ilhamının HG Wells olduğunu ve onu eleştirme amacı taşıdığını söylemişti. İlginçtir, Zamyatin de Wells’in eserlerinin Rusça derlemeleriyle uğraşıyordu ve onlardan epey ilham almıştı. Kısacası koca bir ilham düğümü var aralarında.
Peki ne anlatıyor, modern distopyaların atası sayılan bu hikaye? We, bir devrimi değil, yıkıcı bir savaş sonrası kurulan ve uzun süredir ayakta duran bir devleti anlatır. Bu devlette:
  • Bireysellik yoktur (güzel insanlar deforme edilir, isimler yerine seri numaraları kullanılır)
  • Çeşitlilik yoktur (mantık en önemli değerdir ve mantıkta tek doğru vardır)
  • Gizlilik yoktur (tek bir bina hariç her şey camdan imal edilmiştir)
  • Aşk yoktur (çiftler devlet tarafından birbirine atanır)
Birkaç sene sonra çıkacak Metropolis filmindeki gibi, her şey aşırı derecede mekanizedir. Hatta bir noktada insanlar da ameliyatla mekanize hale getirilirler. Sonuçta bu yapıtlar, endüstriyelleşmenin ve şehirleşmenin kötü yanlarının herkesçe hissedildiği çağlarda çıkan yapıtlar. Bu trendi uçlara taşıyarak insanlara bir şeyler anlatabiliyorlar.
Fakat ben We’yi bizim çağımızdaki yapay zeka korkusuyla daha ilintili buluyorum. Çünkü buradaki düzen, ne pahasına olursa olsun her yere yayılmak isteyen (uzay dahil), her şeyi kendine benzetmek isteyen, başka da bir amacı veya felsefesi olmayan yoldan çıkmış bir zeka gibi.

15_ironheel.png
1
Demir Ökçe
Jack London (1908)











6. The Iron Heel





Jack London (1908)





London’ın Call of the Wild veya White Fang gibi kitapları kadar meşhur olmasa da, modern distopyaların atası işte bu. Yani adamın yazdığı 3. en meşhur kitap, bir türün başlangıcı oluyor, nasıl bir yazar CVsi ulan bu!
1984 gibi, bilimkurgu öğeleri yok denecek kadar az, asıl odak noktası siyaset ve toplum. Demir Ökçe’nin beni korkutan yanı şu: Big Brother yerine koyduğu Oligarşi tarafından kurulan baskı, tek merkezden planlı ve bilinçli yaratılmak zorunda değil. Sigara dumanı dolu karanlık bir odada oturup, sinsi sinsi her şeyi yöneten İlluminaticiler yok. Oligarşi de, tıpkı proleterya gibi başı sonu belli olmayan organik bir oluşum. Ama elindeki güç belli bir kritik eşiği geçtiği için diğerini sonsuza kadar kontrolüne almış.
Jack London bir sosyalistti ve her çağdaşı gibi kapitalizmin sürdürülemez olduğunu düşünüyordu. Ya direkt devrimle yıkılacaktı ya da sermaye giderek tekelleşerek (büyük balık küçük balığı yutarak) her şeyi ezecek, daha kanlı devrimlere zemin hazırlayacaktı. O sıralarda, hikayenin geçtiği ABD’de soyguncu baronlar (robber baron) devri yaşanıyordu, yani devletin ve hukukun pek kuvvetli olmadığı yerlerde kısa sürede aşırı zenginleşenlerin devri. Bu yüzden de bu baronların illa ki bir kartel oluşturacaklarını, bir araya gelip devletin yerini tamamen alacaklarını, kendi ordularını ve okullarını kuracaklarını hayal etmek doğal.
London’ın öngörülerinden bir kısmı tuttu. Büyük Buhran’ı örnek gösterebiliriz. Ben daha ziyade grev kırıcılığı taktiklerini, işçi sınıfı bilincinin erimesini düşünüyorum. Lakin nihayetinde kapitalizm, London’ın sandığından çok daha esnek çıktı. Hem kendisi değişik formlara girip ayakta kaldı, hem de London’ın sosyalist devrim yapacağını hayal ettiği yerlere de iyice yayıldı.
Ama bahsettiği o oligarşi hiç kaybolmadı. Ordularımızı, mahkemelerimizi ve okullarımızı ufak bir azınlığın eline tamamen teslim etmedik ama giderek finansallaşan ve sanallaşan ekonomi, her zamankinden de dengesiz bir yapıya sahip.

time.jpg

17. The Time Machine

Zaman Makinesi
HG Wells (1895)





7. The Time Machine





HG Wells ( 1895)





Nihayet geldik, Huxley’nin dalga geçtiği HG Wells’e: Zaman makinesi terimini hayatımıza bu kitap sokmuş.
Elbette zamanda yolculuk fikrini Wells keşfetmedi, bunun hakkında hep yazılıyordu. (Mahabrata’da tanrılarla konuşanlar, A Christmas Carol’da hayaletler aracılığıyla geçmişi ve geleceği görenler). Hatta Wells’in kendisi de The Sleeper Awakes eserinde uzun süreli bir komadan uyanıp kendini gelecekteki bir totaliter rejimin kağıt üstündeki lideri olarak bulan birini anlatmıştı. Ama zamanda yolculuğu bilerek ve bir alet kullanarak yapan ilk karakter Wells’in isimsiz kahramanıydı. Back to the Future’ın büyük dedesi diyebiliriz.
Peki neden distopya?
Wells, makinesini öyle 30-40 sene sonrasını anlatmak için kullanmaz; tam 800,000 yıl ileriye gider. (Hatta bir noktada iyice abartıp 30 milyon yıl ilerisine gider ve bozulan yörüngeyi, giderek devleşen Güneş’i, kısacası dünyanın son demlerini gözlemler.) Bildiğimiz her şey kaybolmuş, insanoğlunun tüm başarıları, uçsuz bucaksız ormanlar tarafından yutulmuştur. Bu ormanların içinde insanımsı bir türe rastlar zaman yolcusu. İlk bakışta, Wells’in idealindeki sosyalist toplum gibi gözükür: Teknolojik olarak ilkel olsalar da bolluk ve barış içindedirler.
Fakat kısa sürede bir şeylerin ters gittiği belli olur. Öncelikle bu halk hiç çalışmamakta ve kendisine karşı bile hiçbir korku veya merak duymamaktadır. Kısa bir sonra da yer altında yaşayan ayrı bir tür ile tanışır zaman yolcusu ve sosyalizm odağı buraya kayar: Zira burada bir sanayi vardır. Yeryüzündeki o ilkel cenneti (ve ondan faydalanan aristokratları) bu sanayi ve emek ayakta tutmaktadır. Aristokratların hayatlarında bir mücadele olmadığı için, kafaları da hiçbir şeye çalışmaz ve gerçek bir dayanışmadan da yoksundurlar.
Tabi zaman yolcusunun, insandan evrilmiş bu iki tür arasındaki ilişkiye dair görüşleri daha da değişecek ama tüm hikayeyi de anlatmayayım artık. (Üşenip filmini izleyeceksiniz uyarayım, kitaba pek sadık değil.)

14_fahrenheit.jpg
1
Ray Bradbury (1953)





8. Fahrenheit 451





Ray Bradbury (1953)





“It was a pleasure to burn.” (Yakmak bir zevkti)
Böyle başlayan bir romanı nasıl okumazsınız. Dahası, bu hikaye gördüğüm en vurucu önermelerden birine dayanıyor: Gelecekte itfaiyecilerin işi yangın söndürmek değil, yangın çıkarmak. Özellikle de kitap yakmak. 451 Fahrenheit, tahmin edebileceğiniz gibi kitap sayfalarının tutuştuğu sıcaklık.
Diğer birçok distopyadaki gibi, burada da ana karakter, totaliter bir sistemin parçası olan ama zamanla ona karşı yabancılaşan birisi. Matrix’ten uyanan Neo değil de, Matrix içindeyken huzursuzlanan Neo gibi; yavaş yavaş ayılıyor. Her ayılmanın bir katalizörü var, buradaki de asi ruhlu bir komşu kızı (We’de de öyleydi) ve kitaplarıyla beraber yakılmayı göze alan bir yaşlı kadın. Bunlar sayesinde, itfaiyeci olan esas oğlan bir gün bir kitabı yakmak yerine ceketine koyar ve olaylar gelişir.
Yazara göre ABD’deki McCarthy dönemi sansürlerine bir tepki olarak ortaya çıkmış bir hikaye bu, fakat hemen her çağda yazılabilirdi, zira insanoğlu kitap yakmayı hiç durdurmamıştı. Ama bence daha ilginç olarak, burada tasvir edilen toplum 1984’ün sansürcülüğünden ziyade Huxley’nin dünyasına daha yakın: Soma denen uyuşturucunun yerini duvardan duvara televizyonlar almış. İnsanlar, içi boş programlardaki (reality şovlar) hayali dünyalara ve ailelere aşırı bağımlı, hem de kendi ailelerini unutacak kadar. Yahut başlamak üzere olan bir savaşı umursamayacak kadar. (Kıçında ayılar bağırırken penguen belgeseli gösteren medya)
Bununla nasıl savaşılır? Kelimenin tam anlamıyla birer ayaklı kütüphane haline gelerek.

16_devlet.jpg
1
Platon (MÖ 375)











9. Devlet

Platon ( MÖ 375)




Muhtemelen tarihin ilk ütopya eseri. Ve çok daha fazlası.
Bazı eserler tarihsel açıdan önemlidirler ama günümüzde o konunun uzmanları dahil pek kimse okumaz. Belki sıkıcıdır, belki fazla tekniktir, belki geçerliliği kalmamıştır. 2400 sene önce yazılmış olan Devlet böyle bir eser değil. Siyaset ve toplum felsefesi çalışan herkes (ve benim gibi hobi olarak felsefe ile ilgilenen birçok kişi) Devlet’i okumuştur, okumaya devam edecektir ve de pişman olmayacaktır.
Adalet, mutluluk, demokrasinin eksiklikleri, filozof-kral arketipi, mağara alegorisi, sanatın rolü, hepsi bu diyalogda tartışılıyor. İlk konu, her şeyin başı olan eğitim. Eğitimin de ilk konusu, hikayeler ve edebiyat (o zamanlar bilginin büyük kısmı bu yolla aktarıldığı için bu normal). Ve Platon, biraz önce gördüğümüz distopyaların aksi yönüne gidip, zaman kaybetmeden sansür savunusuna başlıyor: 
"Ağaç yaşken eğilir. Modern hayatta çocuklarımızı kötü yola düşürecek birçok etmen var. İyi bir toplum için çocuklarımızı en azından bir süreliğine bu etkilerden korumalıyız".
Çağımızın değerlerine 180 derece zıt gittiği durumlarda dahi bunu size bir şeyler katacak şekilde yapıyor.

17_utopia.jpg
20. Utopia
Thomas More (1516)














10. Utopia

Thomas More (1516)




Ütopya (“hiçbir yer”) kelimesini, bugünkü anlamıyla (“ideal ülke”) kullanmamızın sebebi bu kitap. Ama ironik olarak Utopia’da anlatılan ada, More’un hayalindeki ülke değildi.
Önce kurguladığı sisteme bakalım (daha doğrusu sistemin işleyişini anlatmıyor da, o sistemin öğelerini anlatıyor):
  • Özel mülk yok.
  • Para pul yok.
  • Lüks kötü bir şey olarak gözüksün diye, kölelerin zincirleri altından.
  • Kadın erkek herkes, en azından bir süreliğine tarımla uğraşmak zorunda.
  • Hastaneler bedava (hem de hiç para vermeden)
  • İnanç özgürlüğü var
Fena gözükmüyor, değil mi? Ama aynı zamanda:
  • Evet, demin köle dedim. Her evde köle var. Prangalı cinsten.
  • Ada içinde bile seyahat özgürlüğü yok. İzinsiz seyahatin cezası köle olmak.
  • Evlilik zorunlu ve evlilik dışı seksin cezası da köle olmak.
  • Evlilik öncesi seksin cezası ise ömür boyu abaza kalmak.
  • Özel hayat yok
İşin garip tarafı, More koyu bir Katolikti (hatta kafirleri avlamış, istisnai durumlarda da yakılmalarına izin vermişti) ama romandaki ada halkı inanç özgürlüğüne inanıyordu. Hatta ateistler bile öldürülmüyorlardı. Dahası, rahipler evlenip boşanabiliyorlardı.
Ben ilk okuduğumda bu çelişkileri anlamamıştım tabi. Bir diğer anlamadığım nokta da More’un kullandığı sarkastik dil. Zaten romanın popülerliğinin bence en büyük nedeni, More’un neyi ciddi ciddi önerdiğinin, neyle de dalga geçtiğinin pek belli olmaması. Genel kanıya göre, anlattığı gibi bir komünizmi seviyor ama gerçekçi bulmadığı için, okuyucuyu daha pragmatik çözümlere ve politikalara itiyor. Bu belirsizliği göz önünde bulundurarak okursanız, daha çok zevk alırsınız.