6 Kasım 2020 Cuma

Kötü Haber

Biraz önce tam yatmaya karar vermişken, kapı zilim acı acı çalmaya başladı. Dayanılmaz ısrarını devam ettiren densizin kim olduğu umurumda bile değildi, çalar ve defolup gider diye düşünüyordum. Göz kapaklarım kurşun gibi ağırlaşmıştı. Ardı arkası kesilmeyen zil sesi mecburen yatağımdan kaldırdı, uykum bölünmüş ve rezil olmuştu. Yemek siparişi vermemiştim, gecenin bir yarısı delirip evime gelen arkadaşım olmazdı, hırsızlar en son hatırladığım kadarıyla kapı zili çalmıyordu, komşuların zilleri ile karıştırmak için bir sebep yoktu ve gece dilencisi diye bir şey duymamıştım. Aşağı kapıyı açıp "kim o?" diye bağırdım. Tanıdık bir ses, yumuşak bir kadın sesi "benim, endişelenme" dedi. Bir yerden tanıyordum ama çıkaramadım sesin sahibini. Kapıda bekledim, uyumak üzereyken bu kadın da nereden çıkmıştı? Şimdi konuşmak isterse, kendi sesine bile fazla katlanamayan birisi olarak, bu gerçekten bir eziyet olacaktı. Esnesem ve gözlerimi bir yere sabitlesem belki anlardı ama kim olduğunu bile bir kaç dakika sonra öğrenecektim. Okuldan ya da eski çalıştığım ofislerden birindeydi.


Tahminlerim tutmuştu, okul arkadaşımdı. Aynı zamanda bir süre aynı ofiste de çalışmıştık. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmemiş, aynı dönemlerde aynı şeyleri yapmış, aynı şarkıları dinlemiştik. Gelen bendim. Gecenin bu saatine kadar içmiş, yine cevaplar aramıştım. Soru kitabı ise kayıptı; soruları hatırlamıyordum. Hal böyle olunca, cevap anahtarına bakıp bulduğum sonuçları da karşılaştıramadım. Yorgun görünüyordum, saçlarım bakımsız uzamıştı. "filtresiz bira rezaletti yine, Bomonti’nin tadı çok bozuldu" dedi. Asıl derdini anlatana kadar baktım suratına, çocukluğunu biliyordum ama ne zaman bu kadar büyümüştü? Gençliği bile gölge gibi geriden takip ediyordu, yaşlanıyordum. Anlamsızca eşelenerek zaman kaybediyor, başkasının benden çaldığı zamanı, ben arjantin bardaklardan çıkarmaya çalışıyordum. ve gecenin bir yarısı eve gelmek de neyin nesiydi? 

Gözlerini kapatıp, her zamanki gibi bir elini yastığın altına koydu. Kapüşonunu başına geçirdi. "Problemin ne?" diye sordum. Dudaklarını belli belirsiz aşağıya doğru çekti. Bilmiyordu; bilmiyordum. Bir problem olduğu doğruydu, ama tespit edemiyorduk. Hastalıklı hücreler tüm vücudumuza yayılıyor, hiç bir yardımın işe yaramayacağı derin sulara doğru sürükleniyorduk. Rotamızdan şaşmıştık, akıntıya veriyorduk kendimizi. Güzel bir koya da sürüklenebilirdik, Kuzey kutbuna da. Kaosun müritleri gibi sadece itaat ediyorduk. Ve naif bir kadın olmadığımız için de bastırdıkça da büyüyordu nihilimiz.


Gözlerini kapattı, kaşları hala çatıktı. Belli ki bir şeylere çok öfkeliydi. Yatarken bile geçmeyen bir öfke, bir insana duyulmazdı. Kendisine şah damarından daha yakın olduğunu iddia edip hiç bir şey yapmayan tanrıya olsa gerekti kızgınlığı. İzledim biraz kendimi, kaşlarım ve dudaklarım gevşedi. Uyku krallığına emin adımlarla yürürken, hayatın sırtıma yüklediği ve hiç bir işe yaramayan safralar canımı acıtmayı bırakmıştı. Sabaha kadar rahattım, kabuslarım bile güzel geliyordu bu ara. Asıl kabus, sabah alarm sesini duyup, aynı yoldan aynı yere giderken başlıyordu. İstesem de uyanamıyordum, mecburen kendimi başka şeylerle oyalıyordum akşama kadar. Yazmaya çalışıyor, tüm büyük eserlerin sadece kelimelerden meydana geldiğini fark ediyor, her geçen gün umutsuzluğa düşüyordum. Ne yazarsam yazayım, büyük boşluklar vardı. Boşlukları doldurmaya kalkışınca da yazının içinde ilerleyemiyordum. Dolu-boş oyunu ile akşamı ediyor, sonra kafamın estiğini yapıyordum.


Bu öfkeli kızcağızı biraz daha izledim, suratı rahatlamıştı şimdi. İçindeki öfkeyi kontrol edip yönlendirmeyi başardığı gün, önemli bir sıçrama yapacaktı. Öyle bir öfkeydi ki, ne aşka benziyordu ne de adaletsizliğe. Varoluşsal bir kin içini yakıyor ve sorulara doğru cevap vermek için aklının tüm odalarını dolaşıyordu. Hayatı bilmeye yaklaştığını düşünüyor, her kapıyı açtığında başka bir kapının çıkmasına ise sinirleniyordu. Kurban olamayacak kadar güçlü oluşu, kahramanlık ve zalimlik arasındaki ince çizgide git gel yaşamasına sebep olsa da az kalmıştı, kendisini gerçekleştirdikten sonra hayatta geri kalan her şey az parçalı puzzle gibi olacaktı. 5000 parçalık puzzle ile başlamak belki hataydı ama resmi görebiliyordu. Detayları seçebiliyordu, hem de çok iyiydi detayları görmek konusunda. Sadece biraz daha çaba harcaması gerekiyordu.


Yatağımda yatarken, düşüncelerimi temize çekmenin önemli olduğunu düşündüm. İp uçları yakalamıştım ve bu sürek avında her bir işaret önemliydi. Dışarıdan akıl sıhhatim tehlike altında görülüyor olabilirdi, oysa gayet normaldim. Hayattaki normal şeyleri bitmek bilmez ısrarla her gün tekrarlamak bana aptallık gibi geldiğinden olsa gerek, aklımı günde 3 vardiyadan çalıştırmanın yoluna bakmayı tercih ediyordum. Daha ne kadar yükselebilir, ne kadar kapı açabilirim?


Son yarım saatte olanları yazarken, yatağımda diğer tarafa döndüm. Gecenin en koyu zamanlarından biriydi belki ama şafağa az kalmıştı. Sonrası sonsuz özgürlük ve mavi gökyüzü. Önemli bir virajdaydım ve şarampolden yuvarlanamazdım. Yatakta ben, bilgisayar başında ben varken, kapı zili acı acı çalmaya başladı.


İşte bu gerçekten kötü bir haberdi.


27 Temmuz 2020 Pazartesi

Fabrikalar ve İllüzyon

Geçtiğimiz haftalarda hava sıcaktı; sonra birden soğur gibi oldu... Aklım başımda evden çıktığım son gün, erik ağaçlarının çiçeklerine kar yağıyordu. En son çocukken izlemiştim böyle bir şeyi, bir Mart ayı, erik çiçekleri kardan saçılırken. Sonra hiçbir şey güzel olmadı zaten.

Karamsarlık ile gerçekçilik arasında her zaman düşünüldüğü gibi bir ilişki olduğunu sanmıyorum. Yani, gerçekçi olmayan insanların, gerçekçiliğe verdikleri bir isim gibi düşünülür genelde. Sanki gerçekçi olmamayı başarabilen o harika kişiler birer aptalmış gibi. Hayır, öyle olduğunu zannetmiyorum. Karamsarlık ile gerçekçilik arasındaki ilişki daha ironik. Karamsar düşünebilme becerisinin, olumlu düşünebilmek kadar duygusal olduğunu iddia ettim hep. Gerçekçi biri için, yargılar gerçeklikleri ile sınanır. Karanlık ve aydınlık, iyi ve kötü, güzel ve çirkin gibi, Hint felsefesinden devşirme bir düalist yargılamaya ihtiyacı yoktur.

Gerçekliğin ne kadar gerçek olduğunu sorgulamayı gerekli bulmuyorum. Çünkü bildiğimiz her şey gibi onu da biz uydurduk. Ancak soyut birer araç olmaları uydurduğumuz pek çok şeyin işlevselliğini nasıl engellemiyorsa… Neyse. Demem o ki, gerçeklik, insan topluluklarının ortaklaşa deneyimlediği bir halüsinasyondur ve gerçeklik tartışmalarının tümüne yakını, hangi topluluğun halüsinasyonunu ortak kabul edeceğimiz ile alakalıdır. Fakat bundan bahsetmek istemiyorum.

Rasyonalizm sosu ile kavrulmuş 20’inci yüzyılın son acı meyvelerinden olarak, erik ağaçlarına kar yağdıktan sonra hiçbir şeyin iyi olmayacağına ne denli inandığımdan bahsetmek istiyorum. Çünkü biliyorum, burası inançların ülkesi. İnanmak, bilmekten daha değerli bu topraklarda. Telkin, hislerden değerli. Ancak, değer biçilmiş olmanın erozyonu diye bir şey de var. Biliyorum, inancın alınıp satılabilen, pazarlanabilen bir şey olduğunu ve bu yüzden herkes için çok hassas bir konu olduğunu… Çünkü biliyorum, inançlı kapitalistler ülkesinde yaşadığımı… Sol ve sağ, muhafazakar ya da liberal, radikal ya da ılımlı, inançlı kapitalistler ülkesi burası…

Burası bu ilginç kapitalizmin mallarını korumak için polis rolünü üstlenmeye gönüllü milyonların yuvası, polislerden nefret ettiklerini söyleseler bile. Her tartışmanın mutlaka bir tarafın inandığı değerin yüceltilmesi ile bitmesi gerektiğini prensip haline getirmiş insanların memleketinde yaşadığımı biliyorum ve eğer olur da söz konusu değeri yüceltecek yeterli sıfatlar bulunamazsa, karşısında kabul ettiği değeri aşağılayarak bir yere gelinebileceğini biliyorum. O yüzden, hiçbir mantığı olmasa bile hakaret ve aşağılama farklı biçimlerde bu ülkenin ceza yasalarında suç olarak tanımlanabiliyor, biliyorum.

İnandığımız her şey, teolojik olmayanlar da dahil buna, alınıp satılabilir ve değerlerinin korunması için ekstrem önlemler alınması gerekmektedir. Oysa ki içtiğiniz suyun güvenliği bu ülkede bu kadar sıkı güvence altında değildir. Birey, sudan ucuzdur. Özellikle de gücü yetiyorsa etrafındaki güruhun, tüketiverirler. Hem de hiç acımadan! Toplumun bir tahakküm aracı olduğunu kabul eden ve bu tahakkümü övgülere boğan özgürlükçüler, yine buradadır.

Birey olmanın bedelini ödemekten korkan ama çok daha ağır bedelleri kolektif çalışma ile ödemekten çekinmeyen insanların arasında yaşarsınız. Çünkü içten içe, kolektivist düşünse de fedakarlık kavramına inansa ve eşitliğin emek kadar kutsal olduğunu söylese de o da içten içe kapitalisttir. Biliyordur, yeterince akıllı oynarsa kartlarını, o bir eylemde gaz yiyerek ödeyecektir bedelini ya da yurt dışına kaçmakla. Fakat eylemsel boyutta birilerini daima kendini öldürene kadar yetersiz beslenmeye ikna edebilirler. Sonuçta bu mücadeleyi de birlikte verdik değil mi?

İşlerin daha iyiye gitmeyeceğini biliyorum çünkü coğrafi iki yüzlülüklerimizin farkındayım. Ben de paylaşıyorum bunları. Kendimin haklı ya da haksız olduğunu biliyor dahi olsam, bazen bu refleksin üstesinden gelemiyorum. Açıkçası gelmek de istemiyorum çünkü her kuralın bu kadar harmonik olduğu bir ortamda sabit kalmak sadece doğal seleksiyona hizmet eder. Bildiklerimizin değeri yok, inandıklarımız daha önemli. İdeolojilerimiz için ya da ideolocya makremeleri için enerji harcamak daha mantıklı değil mi? Ancak yine de ısrarla inanmıyorum. Ne bir yaratıcının olduğuna ne de bir gün devrim olacağına. İnanmıyorum Herod’un bebek avladığına ya da bizi gözeten iyi niyetli uzaylılar olduğuna. İnanmak kavramıyla aram hiç iyi değil hatta. İnanmam gerekiyorsa bir olguya, henüz yeterince ikna edici olamamış demektir. O yüzden ısrarla bildiklerimi söylüyorum. Çünkü yanlış biliyor olabilirim ya da doğru biliyor olabilirim ama bildiklerimden kaçamam.

Tabii ki fanatizmin ülkesinde bildiğinin yanlış olduğunu kabul etmek yüz kızartıcı bir suçtur. Toplum, fanatik yetiştirir. Fikir değiştirmek ya da güvenilmez olduğun anlamına gelir ya da yalancı olduğun… Bir görüşünün yanlış olduğunu kabul edip, başka bir görüşü destekleyemezsin çünkü ne denli dönek olduğunu ilk fısıldayanlar yeni desteklediğin görüş içinden çıkarlar. O yüzden bazen yanlış olduğunu düşündüğüm halde, bilmeye devam ediyorum aynı şekilde. Çünkü biliyor olmanın içi boşaltılıp, oluşan negatif uzaya inancın yüksek basınçla doldurulduğu bir ülkede yaşadığımı biliyorum.

Bliyorum, Çukurambar’daki evlerinin klasik anlayışla dekore edilmiş salonlarında “yarasa yiyen Allahsız Çinlilerin şimdi nasıl sapır sapır döküldüğünü” gülerek anlatanların aynı zamanda Çin’in patlayan tüm inşaat projelerimizi satın almaya başladığından haberdar ve müteşekkir olduğunu. Laos ya da Cibuti gibi, ya da Tacikistan… Biliyorum, vatandaşlığa geçip, Türkçe isimler alıp, burada onlarca şirket kuran Çinlilerin hangi ihalelere girdiklerini. Onlar da biliyorlar, çünkü Çukurambar’da yaşıyorsan ve akrabalık ilişkilerinde iyiysen her şeyi bilebilirsin herkesten önce. Buna rağmen, umursamıyorlar. Oysa ben, hem Çin yayılmacılığının buraya da sıçramasından korkuyorum hem de Perinçekçi arkadaşlarımı hayran bırakacak şekilde Çin ekonomisinin şu son virüsten dolayı çökmemesini istiyorum. Çünkü hiçbirimiz hazır değiliz.

Şiddete tapıyoruz. Fiziksel ya da düşünsel olması fark etmez; şiddete bayılıyoruz. Bunun için görüş fark etmiyor. Bu ülkede her şiddetin haklı bir gerekçesi vardır; bir tane daima uydurulur. Haksız bulduğumuz şiddeti ne ile çözüyoruz; şiddetle! Gücümüz yeterse tabii. Eğer gücümüz yeterse, bağımsız yargıyı bile bağımlı kılabiliriz okyanus ötesindekilere ya da orman berisindekilere… Kutsallarımız çoktur ve çok hassastır kutsallarımız, ama öyle ya da böyle birer emtiadır; kolayca takas edilebilir bir diğeriyle. Tonton katillere gücümüzün yetmeyeceğini biliriz, çünkü biliriz birisi hak etsin ya da etmesin, özgürlüğün sahibi olabilmişse bir şekilde, arkası sağlamdır.

O yüzden arkasında kimse olmadığını bildiklerimize yükleniriz. Olur da ummadığımız enişte baş yararsa, ifşa ederiz hemen ama sonrasında derin bir suskunluk gelir. Öyle ya, şimdi sessiz yığınların sokağa çıkma vaktidir. Fakat o kalabalıklar birer yığın olmak üzere var edildiklerinden ötürü biri onlara fısıldamadıkça nereye gideceklerini pek bilemezler ve sessizlik içinde fısıltılar bile çok seslidir. O yüzden suyu bulandırmayı hiç sevmeyiz milletçe ve güçsüzün etrafında birikiriz, görkemli ve gürültülü bir biçimde.

Linç etmek haklı bir tepkidir, yeter ki çoğu kişi hemfikir olsun linç etmekte. Sonuçta, burası Türkiye. Öyle her memlekete benzemez. Burada linç edilmek istemiyorsan kaygan olacaksın. Güçsüzü ne zaman yalnız bırakacağını bileceksin. İnandığın değerleri ne zaman satacağını iyi kollamalısın ki, yüksek fiyattan verebilesin.

Kaygan olacaksın, suya sabuna çok dokunmadan. İçinden gelecek yani biraz. İçinden gelmezse de olur. Sonuçta iki, bilemedin üç gün tartışılır sabunun cildi kurutup kurutmadığı. Bilmeyeceksin; biliyorsan da göstermeyeceksin. Çünkü bildiğini hissederlerse insanlar, sadece yanıldığın anı görmek için yaşadıklarını fark ederler bir anda. Çünkü Anadolu çocuğu, yer mi öyle her ortaya çıkanın söylediğini?

Elbette vardır bir yanlış ya da yamuğun. Herkesin vardır. Onun da vardır. Bir tek annesinin yoktur. Bu ülkede kimsenin annesi yanlış yapmaz. Babası da doğru yapmasa bile babasıdır yani. Kendi anne babasının cehaleti ile yüzleşemeyen ve iyileşmeyi etrafındakilerden bekleyen minik çakalların ülkesindeyiz çünkü. Bilir ki, eğer etrafındaki herkesin anne babası yeterince iyi olsaydı, kendi anne babasının verdiği zarardan da bir şey olmazdı.

Gücümüzün yetmediği her şey için kaderciyiz. Sorumluluğunu almak istemediğimiz her şey için kaderciyiz. Pandemi altında yaşıyoruz ve sokaklarda bir tek yaşlılar var çünkü kadercilik resmi ideolojimiz ve kaybedecek bir şeyi olanlar onlar değil. Hayat, kaybetmeye değer bir kavram bile değil. O yüzden istatistiklere inanmıyoruz. O yüzden gece yarısında gelen açıklamanın pek de iyi bir şey olmadığını biliyoruz ama umurumuzda da değil. Olmamalı da.

Mesela ben, şimdi olmasa bile, birkaç ay sonra, aç kalıp kalmayacağımı bilmiyorum. Ama kaderciyim ve iyi tarafından bakmayı da çok severim, sonuçta yüzde on peşinatı verip, mis gibi ev sahibi olabilirim. İki kişiyi on beş dakikalığına “paketlemek” için başkentin orta yerine üç yüz polis yığanlar polis teşkilatını aşağılıyor ve devleti küçük gösteriyor olamazlar. Ama ben yapıyor olabilirim konuşarak bile, çünkü bana güçleri yeter. Katil tonton dedeler ellerini kollarını sallayarak gezebilirler ve ülkede devrim ticaretinin karaborsacılığını yapan bazı örgütler ağzını bile açmazlar çünkü çoktan girmişlerdir, mermileri yasal ve meskun bölgelerde bile taşınabilir silahlarıyla gezenlerin cebine. Ama görürsünüz, aynı ağızları tükürükler saçarken ve ölüm emirleri yağdırırken, komedyenlerin üzerine…

Susmanız gereklidir. Susmak bu ülkede bir devlet politikası değil, bir coğrafi koddur. Susmak, sessiz kalmak değil, izin verilen sesi çıkarmaktır çünkü. İzin verilenin ötesine geçmek tehlikeli ve yasaktır. Dokunan yanar. Ya da arabasıyla beraber havaya uçurulur. Ya da gözüne iki kurşun isabet eder. Olmadı binanın zeminine gömülür. Pencereden atılır ve üzerinden bir de arabayla geçerler. Adliyede yüzlerce kurşun çıkar üzerinden. Çarşı içinde yakılır. Otel içinde yakılır. Köylerde boğazlanır. Şehirlerde avlanır. Gücü yeten, gücü yetene.

Arınma gecesi fikrini de o yüzden çok büyüleyici bulmuyoruz. Çünkü bu topraklarda bir arınma gecesi, sadece birilerinin izin vermesine bakar. İş birilerine kalmıştır çünkü biz zaten, kendi karaltımızdan başka herkesi biçmeye gönüllüyüz. Yine de naifliğe yer var. İzin olmasa bile. Yine de, hiçbir şeyi umursamamak mümkün. Herkesin bin türlü derdi var, özellikle de son birkaç haftadır. Ben, erik ağacına sarıldım, evden çıktığım son gün. Bahçe katının parmaklıklı penceresinden beni yargılayan teyzeyi umursamadım. Ama emekli olduğu için kendini gereksiz hisseden ve bunu başka insanların hayatını zorlaştırarak yanlışlamayı tercih eden kocası gelmeden topuklamayı da ihmal etmedim. Daha önemli meselelerim vardı. Çünkü erik ağacının üzerine kar yağmıştı, bir Mart günü. Çiçekleri dökülmüştü soğuktan. Sonra hiçbir şey iyi olmadı, erik ağacı için…

Ne zaman bu olanların en kötü sonuna geldim, ne zaman çoktan vazgeçip değiştirmem gerektiğini düşündüm bu gidişi, hatırlamıyorum. Ama değiştirmedim... Hala uyumsuzum ve hala arada sigara içiyorum.

İnananlardan aldığı öğütlerle inanmadığı zamanlar geçirmeye çalışmayan da yok ki! Neticede sabahları sarhoş kalkıyoruz ve müşrik kollarımızda kendi çocukluğumuzu besliyoruz...

 Düşündüm de; tüp bebek anneleri gibiyiz, en verimli çağımızı biz bilemeyiz....

Bu arada aklıma gelmişken; içine sıçmaktan çok korktuğumuz bu hayatta,erkekler, kıçınızı en ince ayrıntısına kadar gösteren dapdar kot pantolonlar giymek zorunda bırakılmanızı ve zamanla bunu benimseyip giymek istemenizi de açıklayamıyorum.

Bu nefret ettiğim taksiciler, her bindiğimde küçükken annemin gözü gibi baktığı hayatımı tehlikeye atan dolmuş şoförleri –istisnasız her biri-, daha geçen sene kalp krizi geçirdiği halde bok varmış gibi hala ofisine giden ve kravatlı çok yaşlılar, aslında hiç icat edilmemiş mesleğine başladığı gün masasına çizgi film desenli fincan içinde kokulu silgi koyan yeni yetme aptallar, sonra ben istanbul’un tam ortasında... artık kenar mahallelere gitsem iyi olacak, fotoğraf çeksem mesela... Korksam... Kenar Mahallelerden...

Mesela tüm gelişmeleri sol yayın organlarından takip etsem hazır sen de yokken. Sinirlensem hükümete, her şeyin farkında olsam? Nasıl sömürüldüğümüzü bilsem, kumandalı bir araba olduğumuzu anlasam birilerinin

İşte bu yüzden benim çok da siyasi bir geçmişim yok. Ama devrim falan olursa tatlım, azıcık kenara kay, beraber izleyelim. “ne güzel bitti değil mi?” derken ıslak gözlerimi çaktırmadan omuzuna silerim, orjinal rengi bu dediğim ama boyalı saçımı öptürürüm; “bundan sonra kuaför yok, bundan sonra hizmetlerimiz bir sektör değil. Bundan sonra her şeyi zevk için yapacağız.... Masaj dahil, ayaklarına bile” dersin...

23 Mayıs 2020 Cumartesi

BANACH-TARSKİ YALNIZLIĞI

İnsan, evrim denilen sistemin hata fonksiyonudur. Eğer ki evrim, verinin iletilmesi için daha kompleks araçların geliştirilmesi süreci ise, insan evrimin tam istediği şeyi yapan ama sistemin katastrofik şekilde hasar almasına sebep olan bir gelişim.

Bunu, bir insan olarak söyleyebiliyor olmam da bu hatanın bir nevi ispatı niteliğini taşıyor aslında. Çünkü ben özbenlik kavramına sahip bir varlığım. Bu da beni ikili bir hayat sürmeye itiyor. Benim iki farklı ben algım var. Biri, aynaya bakınca gördüğüm, beslemek zorunda olduğum, bakıma ihtiyaç duyan kemikten bir iskelet ve etten bir örtü altında sakladığım organların oluşturduğu ben. Pek çok diğer canlı gibi. Pek çok memeli gibi...

Bir de diğer ben var. Bana bu satırları yazdıran. Dünyaya bir çift gözün “arkasından” baktığının farkında olan. Kimseye tam olarak gösteremediğimiz, hatta kendimizin de pek sık göremediği diğer ben. Soyut bir makine. Her ne kadar, pek çok diğer canlıda bilinç olsa da bu bilinç biraz daha farklı. Kendi varlığının farkında. Kendinin bir bilinç olduğunun başından beri bilincinde. Özbenlik duygusuna sahip bir soyut makine.

Böyle bir bilince sahip olmak elbette faydalı, biz aslında tam olarak buyuz. Entelektüel yanımız tamamen bu arkadaştan ibaret. Yani ben şu an bir hainim. Bu satırları yazarken kendi türüme, özbenliği olan soyut makinelere, ya da günümüzde sevdiğimiz bir diğer benzetim olan, yazılımlara, ihanet etmekteyim. Çünkü biz hem buyuz, hem de bizi mahveden tek şey de bu.

Nasıl?

Şöyle ki; bilinç soyut bir kavram. Ve bilincimiz kendisinin soyut olduğunu biliyor. Soyut olduğunu bildiği gibi, teknik olarak ölümsüz olabileceğinin de farkında. Bunun, her şeyden çok farkında ama aynı zamanda ölmek zorunda olduğunu da biliyor çünkü kendi soyut varlığının tek somut yuvası, insan beyni, insana dair diğer tüm fiziksel yapılar gibi yok olmaya mahkum.

 Bir an için, gerçekten ölümsüz olabileceğinizin farkına varın ve sonra da bunu elinizden alan küçük, fiziksel bir problem olduğunu hatırlayın. Ne denli can yakıcı değil mi? İnsan bilincinin her gün verdiği sınav budur işte.

Kendinin farkına vardığı günlerden beri insan ölümsüz olmanın yollarını aramaktadır. Bunu dinler tarihinde açıkça görürüz, çoğu din ya ölümden sonra yaşam ya da tekrarlanan hayat döngüleri ya da sonsuza dek evrenin bilinçli bir parçası olacağımız alternatif yaşam biçimleri önerirler. Çoğunda ana fikir, beden öldükten sonra da varlığını sürdürebilen bir soyut kavram –ruh ya da psişe- olarak hayata devam edileceği hatta kimi inançlarda tekrar başka bir bedenle canlanabileceğimiz düşüncesidir, ki bu son düşünce tuhaf şekilde anlamlıdır.

İnsanlık tarihi en başından beri kendini ölümsüz kılacak araçlar yaratmayı denemiştir. Tıp, belki de doğrudan savaşta üstünlük amacı aramaksızın doğan ilk bilim dalıdır. Hemen ardından felsefenin gelmesi ve ilk felsefecilerin varlık kavramı ile ilgili olmaları da boşuna değildir. İnsan, varlığı anladıkça, analoji yoluyla kendi varlığını da anlamlandırma yoluna gitmiştir.


Bu bilincin kendi limitlerini öğrenme biçimidir. Hiç şüphe etmiyorum ki, hayvanların içgüdüsel olarak aynı yollar üzerinde göç ettiğini ilk fark eden insan, bilginin, dolayısıyla da benliğin, ölümün ötesine taşınabileceğini keşfedip kendinden geçmemiş olsun. Animist ilk inanışlar da ata ruhları konsepti ile tam olarak bu sonuçları çıkarmışlardır. Bir önceki jenerasyonun ölüleri, ölümlerinden sonra yine de yol gösterici olabilirler ve doğal olarak, çok yaşlı ve/veya yüce olan, çok fazla bilgi sahibi olacağı için kutsaldır.


Benzeri diğer kurumsallaşmış ilk çağ dinlerinde de görülebilir. Hatta, bu dinler kişiyi sadece ölümden sonrası için rahatlatmakla kalmaz, onlara birtakım davranışlar listesi sunarak öldükten sonraki hayatları üzerinde de hakimiyet kurarlar. Kişi ölümden sonraki sonsuz hayatında acı çekmek istemiyorsa, bu davranış kodlarına ölmeden önce sıkı sıkıya uymalıdır.


“İyi” kabul edilen eylemleri gerçekleştirerek, ölümsüzlüğe iyi bir başlangıç yapma fikri elbette Semitik dinlerden çok daha öncesine dayanıyor. Örneğin Gılgamış Destanı’na bakarsanız, ölüm ve ölümsüzlük kavramlarının kişinin hayatında yaptığı işlere yönelik bir bedel kavramı ile ilişkilendirildiğini açıkça görebilirsiniz. Antik Yunan toplumlarında da tanrıları memnun etmek her zaman günlük hayata dair sorunların çözümü olarak görülmez. Örneğin, Herakles’in on iki görevi, affedilmesi ve sonunda Olimpos’a kabul edilmesinin önünü açmıştır. Fakat bir yarı-tanrı olan Herakles bile, tanrı olup ölümsüzlüğüne kavuşmak için ölmek zorunda kalmıştır. Tanrıların ölümsüz olmadığı İskandinav Mitolojisi ise, savaşçı bir toplum için, bir tanrıya verilebilecek en büyük lüksü sunar, Ragnarok’da yeniden doğup savaşmak zorunda kalmamak.


 Tanrılar, insanlar gibi ölümlü olsalar bile, insanlardan ayrılmışlardır. Ölümlerinden sonra erişecekleri bir yer yoktur. Maceraları huzurla sona erebilir. Devam etmek zorunda olmamak, sert doğa koşullarına karşı yaşayan bir toplum için kabul edilemeyecek kadar doğa üstüdür.


Günümüzde ise, dinlere inanan insan sayısı giderek azalıyor ya da belki de, insanların hep belirli bir yüzdesi inanmıyor ancak biz daha yeni yeni kendimizi öldürülmeden ifade edebilir hale geliyoruz, bu da ilginç bir hipotez olurdu kuşkusuz. Her durumda, hemen hemen ölümden sonra sihirli bir hayat olmayacağını düşünen insan sayısı hiç de az değil. Ancak bu bizi tür içi davranışımızdan koparmak için yeterli değil. Hala ölümsüz olmak istiyoruz. Üstelik bunu daha sinsi yollarla yapıyoruz. Ölümsüzlüğün bizim için yeni formu; hatırlanmak.


 Yaptıklarımızla, bıraktığımız izlerle öldükten sonra hatırlanmak istiyoruz. Çünkü kolektif bilincimiz, soyut doğamızı daha iyi anlamaya başladı, son birkaç yüzyıldır. Bunda iletişim devriminin etkileri vardır kuşkusuz. Ancak artık daha iyi biliyoruz, bilinç, kendi imajının bir kopyasını bir başka bilince yerleştirdiği sürece ölümsüzlüğü tadabilir, ölümün ötesine geçebilir. Hatırlanmak, biliniyor olmak, şu an için bu konuda yapabileceğimiz en iyi şey. O yüzden ünlü olmak istiyoruz. Ünlü olmak, artık yaptığı işte iyi olmak anlamına gelmiyor.


Bizi eski dinlerin felsefesinden koparan nüans da bu zaten. Artık yapılan işler ve bu işlerin kalitesi ile tanrıları ve toplumu aynı şekilde memnun eden mütevazı kulun püriten dünyasında değiliz. Şimdi ünlü olmak demek, çok kişi tarafından tanınmak demek. Nasıl olduğunun hiçbir önemi yok. Ünlü ol, kendini binlerce, milyonlarca belki milyarlarca zihne kopyala ve onların da seni bir sonraki jenerasyona aktaracağından emin ol. Jenerasyon demişken, ünlü olmayı beceremeyenlerimiz için, her zaman böyle bir alternatif var. Genetik materyalini, farklı kombinasyonlarla kopyalayıp, bir sonraki jenerasyon aracılığıyla ölümsüzlüğe ulaşmak.

Elbette, bilincimiz bu verinin her yeni jenerasyonla daha da eksilerek ve çarpılarak ilerleyeceğinin farkında. Farkında olduğunu biliyorum, çünkü farkındayım. Ancak bilinci kopyalamanın daha iyi bir yolu şu an için yok. Bu bizim doğamız. Ne yaparsak yapalım ölümsüzlüğü kovalayacağız. Sanıyorum ki, ben de bu yüzden yazıyorum. Çünkü birileri beni, benim bir kısmımı, ama otantik bir kısmımı tanımış olacak ve onların bilincine yazılacağım. Öte yandan, bu bir ikilik, başta da dediğim gibi. Bir yandan da ölümsüz olmayı hiç istemiyorum. Yok oluşta bir huzur var. Sanırım bu huzuru her şey bittiğinde bulacağım. İnsanları ve insanlara ait kavramları bilen kimse kalmadığında.


Her şey bittiğinde, tüm olan biteni izleyen ve kendini aktarmaktan aciz olan son kişi, ne kadar gülecektir acaba… Bilmiyorum. Bilmediğim çok şey var ama kendime karşı biraz olsun dürüstüm. Kendime dürüst olmam olası sonucu değiştirmeyecek, biliyorum. Ben yine ölümsüz olmak için yaşayan, ikili hayata sahip bir bilinç olacağım ve biliyor olmak sadece benim hikayemde kendini gerçekleştiren bir kehanet olacak.


Belki de Cassandra’nın miti bize bunu anlatmak istiyordur...

Olamaz mı?

Cehaletin Sistemli Hali: "Politik Doğruculuk"

Son yıllarda çokça duyduğumuz bir kavram politik doğruluk. Anlamı bize biraz ne yardan ne de serden geçmeden, fincancının katırlarını ürkütmeden konuşmak gibi gelse de, Amerikan tipi liberteryen anlayışın bir uzantısı olarak ülkemiz atmosferine giren bu önerme biçimi arkasında biraz daha tehlikeli kokular taşıyor.

“AKTİVİZMİN YÜKSELİŞİ”

Aslında her şey güzel başlamıştı. Sivil toplum hareketi, arkasında akademinin desteklediği kendi dönemlerine göre radikal düşünürleri ve aktivistleri de alarak, ikinci sınıf vatandaş ilan edilenlerin, ezilenlerin ve liberteryen kapitalizmin üretim fazlasından dünyanın geri kalanı kadar faydalanamayan üçüncü dünya “zavallılarının” sesi olma, kitleleri örgütleyerek toplumsal hayatta ve yasalarda değişim yaratma rolünü başarıyla üstlenmişti. Düzenin değişim alerjisi taşıyan dinamikleri de yükselen bu harekete karşı polis ve yer yer paramiliter araçları kullanmaya başladığında, ateş dünyaya sıçramış, entropi işlemiş, her şey çok daha büyük bir hal almaya başlamıştı.


“SOL BİR RÜZGARDI VE DÜNYA SOL RÜZGARA SIRTINI VERMEYİ SEVMİŞTİ...”

Her ne kadar, bu özgürlükçü ve eşitlikçi hareket ABD, Birleşik Krallık, Fransa gibi tarihleri sömürgecilik ile harmanlanmış ülkelerden çıksa da, sol bir rüzgardı ve dünya sol rüzgara sırtını vermeyi sevmişti o zamanlar, anlayın işte, insanların hoşuna gidiyordu bu durum. Sonuçta kimse, kimsenin ölmesini, ezilmesini, acı çekmesini istemez, değil mi? İşte bu sivil toplum hareketi zaman içinde büyük meseleler ile uğraşmaktan yorulduğundan olacak, ya da düzen ile arasındaki denge onu yavaşlamaya zorladığı için belki de, yönünü mikro-yönetim tarafına çevirdi, ortaya politik doğruluk akımı çıktı.


“BU AKIM SİZİN NEDEN EKMEK BULAMADIĞINIZLA VE BUNUN ÇÖZÜMÜYLE İLGİLENMİYORDU DA…”

Kadınların işgücüne katılması için aşılması gereken yasal ve toplumsal engelleri düşünmüyor ya da insanları düşünceleri ve yönelimleri her ne olursa olsun, anlamak gerektiğinden bahsetmiyordu. İlgilendiği şey daha çok, neyi nasıl söylememiz, ifade etmemiz gerektiğiydi.

NEREDE NE SÖYLEMELİYİZ, NEREDE NEYİ ANLATMALI VE NEREDE NEYE KARŞI BİR AÇIKLAMA YAPMALIYIZ, BU AÇIKLAMANIN DİLİ NE OLMALI?

Olay, bir şeyi değiştirmekten ziyade, çöpü halının altına süpürmek halini almıştı artık. “Bayan Cinayetleri” yerine “Kadın Cinayetleri” demeliydiniz. Bayan aşağılayıcı bir kelimeydi çünkü. Kelimeler, arkalarındaki amaç ile anlam ifade ederler ve arkadaki düşünceyi, “amacı” değiştirmeden kelimeleri değiştirmek hiçbir anlam ifade etmeyecektir; faşizm susmak değil, söyleme mecburiyetidir.

Kimsenin umurunda değildi artık ekmek bulamamak, öldürülmek ya da nefret edilmek...

Ezilen sınıfın adını emekçi yapmak, bayan yerine kadın demek ve nefret ettikleri insanlara gülümsemek kaydıyla, düzenin tüm savunucuları rahat edebilirlerdi değil mi?

 Peki ya biz? İşte sorunun ayyuka çıktığı yer burası oldu...


“DÜZEN, PARA VE AKADEMİ İLİŞKİSİ”

Dikkatli düşünürseniz, düzenin savunucusu olsanız bile, bir süre sonra o düzende bir takım değişimler talep etmeniz oldukça doğaldır ve düzen, siz onu savunun ya da savunmayın, değişimi sevmez. Bu onun düzensizliğe gösterdiği dirençten doğar.  Doğal olarak düzenin bu davranışı bir muhalif kanat yaratır ve siz değişimleriniz için bu muhalif kanattan medet umarsınız.
Kim oluşturur bu muhalif kanadı? Karşıt görüşteki insanlar, İş çevreleri, Akademisyenler...
Evet… Akademisyenler. Öyle ya da böyle, çok istisnai durumlar haricinde, teoriyi ve yol haritasını hazırlayanlar akademisyenlerdir. Onlar, okullarda, maaşlı işlerinde çalışırlar ve üretirler. Ancak bu onların etki altında kalamayacağı anlamına gelmez. Aslında, akademi ve iş çevreleri arasındaki tüm ilişkiler bu etkileşimin birer ispatı gibidir. Öyle midir? Düzenin içinde doğan iş çevreleri düzenin tamamen değişmesini istemezler. Sadece düzen tarafından tanınmak isterler. Pastadan bir pay koparmak isterler ve görüyorsunuz ya, bu şekilde düzen gerçek anlamda değiştirilemez.


HADİ ŞİMDİ BİR DE KAFANIZI HEPTEN KARIŞTIRACAK BOYUTUNA BAKALIM;

Siz muhalif kanatsınız diyelim ve sizin görüşünüzün mali kaynakları ve toplum desteği ve akademisyenleri var. Ve sizin muhalif olduğunuz kanadın da mali kaynakları ve toplum desteği ve akademisyenleri var. Evet, onların da akademisyenleri var. Doğal olarak akademi, iş çevrelerinin birbirine karşı verdiği pasta savaşında, sermaye için en iyisi neyse, onun dilinden konuşmakta, onun çıkarlarına ters düştüğü yerde de susmaktadır.

ÇARPIK EŞİTLİK ANLAYIŞI...

Mesela, kadınların iş gücüne katılması çok gerekli, evet, ama neden ofis klimalarının seksist olup olmadığı tartışılırken, kadınların ağır işlerde çalışmasının hala bir stigma olduğuna kimse değinmez? Çünkü sermaye kadınları ağır iş için yeterince güçlü ve dayanıklı bulmaz ve onları daha çok beyaz yakalı işlerde, yönetici pozisyonlarında değerlendirmeyi daha kârlı bulur. Doğal olarak ortaya çarpık bir eşitlik anlayışı çıkar.

DÜZEN TOPLUMSAL AYRIŞMA İSTEDİĞİNDE, ORTAYA PEMBE OTOBÜSLER ÇIKARIR...

Bunu pek değerli kadınları korumak için yaptığını iddia eder ama aslında istediği tam olarak kadınların soyutlanmasıdır ve yeterince gülümseyerek ve yeterince “Pozitif” kelimelerle söylendiğinde, en beklenmeyecek kişiler bile savunur olurlar çünkü akademi onları taktiklerinin temeliyle, kendi teorileriyle vurur. Ve siz kadınların ağır işlerde çalışmamasının erkeklere haksızlık olacağını söyleyemezsiniz, çünkü kadınların daha avantajlı konuma geçtiğini söylemek politik açıdan yanlıştır.

AKADEMİ VE SİVİL TOPLUM SİZE KADIN CİNAYETLERİNİ, TECAVÜZ ORANLARINI VE AİLE İÇİ ŞİDDETİ DAYAR...

Susmak zorunda kalırsınız ya da belki işinizi bile kaybedersiniz. Çünkü akademi, kadınların dezavantajlı olduğunu buyurmuştur ve kadın cinayetleri diye bir kavram varken erkek cinayetleri diye bir kavram ne hikmetse üretilmez ve kimse toplumsal algı sebebiyle sözü bile edilmeyen erkeklere yönelik, hem de kadınlar tarafından gerçekleştirilen cinsel baskıya ya da erkeklerin aile içinde ve sokakta uğradığı şiddete değinemez çünkü akademi yasaklamıştır bunu.

SESİNİZİN ÇIKMASI İŞLER İÇİN KÖTÜDÜR...

Onlarla aynı şeyi tekrar etmezseniz hiç sevmediğiniz iktidardan yana olmakla, faşist olmakla, insan bile olmamakla suçlanırsınız ve çok hızlı yargılanıp infaz edilirsiniz ve kimse size yapılan haksızlık için ses çıkarmaz çünkü sermaye kadınlara yönelik ürün satmaktan ve onların ürettiği artı değeri pazarlamaktan ve onlara bir şeyler pazarlamaktan çok memnundur ve sesinizin çıkması işler için kötüdür.


BAŞIMIZA GELECEKLER VAR…

Öyle ya, bundan elli yıl önce, reklamlar sigaranın ciğerleriniz için iyi olduğunu söylüyor, doktorlar sigara reçete ediyor ve DDT güvenliğini ispatlamak için çocukların suratına sıkılıyordu ve akademi de pek rahatsız değildi. Dünyanın dört bir yanına sigara satılıyor, Amerikan şirketleri DDT’den milyonlar kaldırıyordu ve kanser henüz bir salgın gibi değildi. Rüzgar, kanser yaygınlaştığında ve insanlar kanserin kaynağı hakkında sorular sormaya başladığında değişti. Gidip de yedikleri gıdadan, içtikleri suya, soludukları havadan, çocuklarına aldıkları oyuncaklara kadar her şeyi kanserojen kimyasallara buladıklarını söyleyemezlerdi ya…

ONLARA BİR GÜNAH KEÇİSİ VERİLMELİYDİ...

Tabi ya, ilk kurban sigara oldu. Yıllarca sesi çıkmayan akademi, birden sigaraya karşı bir savaşa girdi, ve kazanıyor da gibiydi ama kanser vakaları azalmak yerine artıyordu. Bir şeyler yerine oturmuyordu. “Plastik suçlu”, “Tarım ilaçlarından hep”, “Tesisler çevreyi kirletiyor” ve her bir suçlunun ardından ona alternatif daha büyük bir endüstri çıktı ortaya, kimse sormadı rüzgar tribünlerinin yok ettiği kuş sürülerini.


“YEL DEĞİRMENLERİNE KARŞI SAVAŞ”

Kimse sormadı organik gıda yetiştirmenin yarattığı karbon ayak izini. Sermaye daha çok kazandı ve biz daha çok susmak ve inanmadığımız çok daha fazla şeyi söylemek zorunda kaldık. Ve mesela, şimdi bin derde deva diyorlar THC için ve ben merak ediyorum, 30 yıl sonra bilim dünyası savaş açacak mı bir başka yel değirmenine. Ama sormam yasak, değil mi? Yoksa bağnaz, tutucu ve uyumsuz olurum. Deli ya da cahil dersiniz bana, değil mi?
Şimdi tekrar et;
-Ben herkesin fikrine saygılıyım. Onlar mı? Onlar insan bile değil, fikirlerinin bir önemi yok!                 
           

"Özgüven" Yararlı Mı?

Hayatım boyunca en sık duyduğum tavsiye özgüven ile alakalıydı. Nerede bir liste var, nerede bir hikaye, eninde sonunda buraya varıyor.
"Kendine güveni fazla olanlar daha iyi iş buluyor, daha çok para kazanıyor, daha çok daha dahalıyor"  -The Economist

Özellikle cinsiyetiniz erkek ise, bundan kaçışınız yok. Beyin, biseps ve özgüven üçlüsünden "hangisi en büyük olmalı" diye bir anket yapsak alfa erkekler arasında (öğüt vermeye en meraklılar bunlar), "hepsi"den sonraki en popüler cevap özgüven çıkar herhalde.
"Türk erkeklerinin mangalda sorumluluğu üstlenmeleri çok çekici" -Alman turist Helga

Halbuki "kendine güven", özellikle yolun başındaki bir insana verilecek en anlamsız tavsiye. "Başarılı ol" demek kadar anlamsız. Zaten çocuk onun yolunu arıyor. Özgüven, bir başlangıç noktası değil, bir varış noktası. 16-17 yaşındaki bir gencin kendine güvenmesi için ne sebebi olabilir ki: Parası yok, becerisi az, hayatıyla ne yapacağını bilmiyor, vücudundan utanıyor, zevkleri gelişmemiş, Dünya'ya yabancı...Böyle bir insanın güvensizlik hissetmemesi için ruh hastası olması lazım.
Daha ilk adımda başarıyla özgüveni birbirine endekslemek yerine, şu basit gerçek hatırlatılmalı: Bir gencin sahip olduğu tek şey, hata yapma ve rezil olma lüksü. Kalıcı maliyeti olmayan ufak hataları bolca yaparak özgüven inşa edecek. Rezil olunca Dünya'nın başına yıkılmadığını, sürekli olarak sahne ışıklarının altında olmadığını anlayınca bir daha denemeye gücü olacak.
(Yasal uyarı: Bangkok'un arka sokaklarında bir poker masasında böbreğinize işaret ederek rest çekmek, kalıcı hasarı olan bir hata. Özgüven sahibi olacağım diye böbrek vermeyin. Zaten o yaşta Bangkok’da ne arıyorsunuz? Uçak biletini diğer böbrekle mi ödediniz naptınız? (Kaynak: bir arkadaşım)
Buraya kadarki kısım klasik tavsiye kısmı. Bir tatlı kaşığı kişisel gelişim, bir tutam ilham içeren hikayeler için okumuyorsunuz bu yazıyı umarım.
Konunun asıl ilginç kısmı Dunning-Kruger etkisi dedikleri mesele ile başlıyor. Bu pek meşhur çalışmanın çıkış noktası aslında, şimdiki yaygın kullanılan haline biraz ters: bir konuda becerikli olan insanlar, kendilerini ortalamaya fazla yakın görüyorlar. Fakat çalışmanın odak noktası sonradan şuna kayıyor: ortalama ve ortalama altı insanlar, kendilerini olduklarından daha iyi görüyorlar . Bunu zekaya uyarlarsak: "aptal olduğun için aptal olduğunu anlayamıyorsun".
Dunning-Kruger'ı bir ara etraflıca düşünün, epey ilginç deneyler var. Şimdilik bir tanesi konumuzla alakalı: Bir matematik sınavına giren bir grup düşünün. Çoğunluk kendi notunu fazla yüksek tahmin ediyor. Ama erkeklerde bu oran daha fazla. Yani, benzer notlar almalarına rağmen, matematik konusunda erkeklerin özgüveni kadınlardan daha fazla.
Tamamen yersiz bu özgüven yüzünden erkekler daha motiveler. Kadınlarsa bu konuda yeteneksiz olduklarını sandıklarından devam etmiyorlar veya çalışmıyorlar. Ve hakikaten de bir süre sonra geride kalıyorlar. Yani neden-sonuç ilişkisi tersine çevriliyor: Dunning Kruger etkisinden ileri gelen özgüven, gerçek başarıya yol açıyor
(Görece başarı demeliyim, yani erkekler kadınlara kıyasla daha başarılı oluyorlar ama belki olabilecekleri kadar başarılı olmuyorlar, orasını bilemiyorum).
Daha da derine inelim: Milisaniyelik yüz mimiklerimiz.
Buradan devam etmeden önce en son girdiğiniz toplantıyı düşünün. Bir masanın etrafına toplanmış farklı farklı insanlar. Bir süre sonra hemen herkes aynı el hareketlerini yapmaya başlıyor. Aynı konuşma alışkanlıkları, baş sallama şekilleri masaya yayılıyor. Hatta konuşanların göz kırpmaları ve nefes alış verişleri dahi senkronize oluyor. Ve toplantı bitene kadar, muhtemelen bunların hiçbirini farketmediniz.
Sürekli olarak etrafımızdan ipuçları alıp ona göre adapte oluyoruz. Özümüzde konformist yaratıklarız kısacası. Bu o kadar otomatik biçimde oluyor ki, karşımızdakinin farkında olmadan yaptığı mimikleri, farkında olmadan taklit ediyoruz. "Farkında olmadan" kısmı önemli, zira mimikleri bilinçli biçimde o hızda yapmak biyolojik olarak imkansız.
Karıncaların feromonlarla sinyalleşmeleri gibi, bu mimikler de birbirimize anlık duygular sinyalliyor: sıkıntı, sürpriz, şehvet, hayranlık, "osurdum, farketmezsin umarım", vs... Bu sinyallere göre senkronize oluyor.
Bunu konumuza bağlayalım:
Makro ölçekte, özgüveniniz varmış gibi davranabilirsiniz. Mesela çeşitli el sıkışma teknikleri öğrenerek. Siyasilerin hitap sırasında parmaklarını sallamaları, ellerini bol bol kullanmaları bir tesadüf değil, size güven vermek için hesaplanmış ve öğrenilmiş hareketler.
Fakat bu "taklidi" bir seviye daha ileri götürdüğünüzü, yersiz bir özgüveniniz olduğunu düşünün. Tıpkı o matematik sınavına giren ortalama erkekler gibi. Bu sizin mikro seviyedeki sinyallerinizi de düzenleyecek ve karşınızdakinde de aynı sinyallere yol açacak.
İşte tam bu noktada, müthiş bir şey oluyor: Karşınızdaki kendini gerçekten güvende hissediyor. Mimikler, duygulara sebep oluyor. Klasik neden-sonuç ilişkisi yine tersine dönmüş oldu.
Bu etkiye, yine makro ölçekte rastlamak daha kolay. Dik durup dik yürüyen insanların hormonları da ona göre değişiyor. Yapay biçimde gülümsemek insanın stres hormonlarını azaltıyor. Ama burada bahsettiğim daha da inanılmaz: Farkında olmadan yansıttığımız anlık mimikler, duygusal halimizi değiştiriyorlar ve bir süre sonra o mimikleri, gerçekten de o duygu haline sahip olduğumuz için yapmaya başlıyoruz. Ve karşıdakine bunu tekrar yansıtıyoruz. Yani karşımızdakilerle sürekli bir feedback loop (geridönüşüm döngüsü) içindeyiz. Birbirine bakan iki ayna gibi.
Kendimizi özgüvene zorlamak,  birkaç yansımadan sonra, gerçekten de dipten gelen sağlam bir özgüvene dönüşebilir mi? Sanırım kısa süreliğine bu mümkün. Ama bu madalyonun öteki yüzü de var: Karşıdakinin endişeleri ve korkuları da bizi etkileyecek.
Kalıcı bir özgüven için, sanırım başta bahsettiğim "maliyetsiz hatalar" en iyi yol. Belli bir baz özgüvene sahip olduktan sonra, herhangi bir dönüm noktası için gereken o ekstra özgüveni de (mülakata gitmek, birine çıkma teklif etmek, zam istemek, sahneye çıkmak, vs.), etrafımızı güven verici insanlarla sararak elde etmek mümkün...Buna bir isim bulalım: mikro-gazlama. Nasıl?












Sosyal Eşitlik Paradoksu

“Sosyal Eşitlik Kavramı Ve Günümüz Eğitiminin Bu Konudaki Açıkları Üzerine”


Eğer 2000’li yıllar öncesinde bir ilköğretim okulunun “okuma bayramı” etkinliğinde ya da anaokulu sene sonu gösterilerinde bulunduysanız, mutlaka bu yazıya ilham veren minik temsili görmüşsünüzdür; Nazlı İle Kirazlı.
Daha sonraki yıllarda bu temsil, piyes ya da skeç; adına ne derseniz, ekonomik farklılıklar üzerinden yaptığı tanımlamalar ile ekonomik açıdan güçlü olanın ‘üstün’ olduğu mesajını verdiği gerekçesiyle, yani eşitsizliği körüklediği ve ayrımcılığa teşvik ettiği gerekçesiyle kaldırıldı. Artık göremezsiniz yani. Çünkü mevcut sistem çocuklarının eşit olduklarını düşünmesini ister. Öyle olmadıkları aşikar olsa bile.

ROLLS-ROYCE

Bu anlayışın benzer bir versiyonu da örgün eğitimin ilk ve orta dereceli okullarda dayattığı tek tip kıyafet zorunluluğudur. Eğitim hayatı kesinlikle lise ile bitmediği halde, tuhaf bir şekilde tam da yetişkinliğe adım atacağınız dönemlerde artık eşit olduğunuza dair hiçbir propaganda kalmaz. Daha öncesinde siz bir prefabrik kulübede yaşıyor olabilirsiniz ve yan sıranızdaki arkadaşınızı okula özel şoförü Rolls-Royce ile bırakıyor olabilir ve (eğer bu malum arkadaşın ailesi çocuğunu çok pahalı ve süper özel bir okula göndermediyse tabi) siz sadece üniformasından dolayı bu kişi ile tamamen eşit olduğunuz izlenimine kapılabilirsiniz. Tabi ki bu asla böyle olmaz, çünkü bu illüzyonu yaşayabilmeniz için bir kıyafetten fazlası gerekiyor. Ancak fikrin güzelliği de burada, çünkü kimse buna gerçekten inanmanızı istemiyor. Asıl istenen, gereken durumlarda egemen gücün bu eşitliği “sağlayabileceğini” görmeniz ki bu da her şeyden önce eşitsizliğin farkında olmanızı gerektiriyor.

ÜSTÜN İNSAN

Pekala, tekrar Nazlı İle Kirazlı’ya dönersek… Oyun kendi ‘üstün insan’ kavramını Kapitalist sistemlerin “harika tüketicisi” olarak tanımlıyor elbette. Buna göre Nazlı, çok zengin ve beyaz yakalı olan kocasının ekonomik gücü ile tatillere giden, çalışmayan, üretmeyen, lüks tüketime bayılan ve hatta kendi yaşam alanının temizliği için Kirazlı’yı ücretle çalıştıran bir Kapitalizm sembolüdür. Ancak Kirazlı’nın üstünlük kabulü sadece bir tüketim ekonomisi çerçevesinde değildir. Kirazlı için Nazlı aynı zamanda refah içinde yaşayan kesimdir ve refah aslında zenginlik kavramı altına gizlenmekle beraber bu oyunun ideolojik zeminini oluşturur. Sonuçta, Nazlı tek göz odada, pislik içinde yaşamakla beraber banka hesabında milyonlara sahip olabilirdi ve bu yine de bize çok üstün gelmezdi değil mi? Refah önemli bir kavramdır. Bu yüzden Sosyalist ülkeler bile belirli bir yaşam kalitesini hedef alırlar ve bu kalite bir insanı belirli süre üretimde ve hatta hayatta tutacak standartların oldukça üzerindedir. Söz konusu minimum standartlar için “gulag” kavramı üzerine kısa bir araştırma yapmanız yeterli olacaktır.

BÜYÜK PATRON

Peki, niçin Sosyalist ülkeler tüm ülkeyi gulag standartlarında yaşatmazlar? Çünkü devletin ve aslında devletin bir düzenleyici rolü üstlendiği toplumun bireye olan görevi ve sorumluluğu refahtır. Kirazlı’nın hayat standartlarına bir göz atmamızda fayda var. Kirazlı’nın ‘kocası’ -ki, Nazlı oyun boyunca aynı toplumsal role sahip partnerini ‘eşi’ olarak nitelemeye özen gösterir- eşinden az çalışmakta ve muhtemelen eşine şiddet uygulamaktadır. Aslında Kirazlı’nın kocası, kendisinden daha güçsüz olan Kirazlı’nın emeğini sömürmekte ve Kirazlı’nın refahını düşürmektedir. Dolayısıyla biz Kirazlı’yı kocasının diktatörlüğü ve Kapitalist yaklaşımı sebebiyle eleştiririz. Kirazlı’nın hayatında burjuvazi ya da “Büyük Patron” kocası ve kocasına bu gücü veren kendi altkültürüdür. Bu çerçeveden bakıldığında Nazlı ise Keynesyen bir sosyal demokraside yaşıyor denebilir.
Pekala, bu piyesteki asıl rahatsız edicilik nedir? Piyesin (evet artık bu oyundan piyes olarak bahsetmeye karar verdim) sonunda gayet çocuksu bir acımasızlıkla, politik doğruluktan uzak verilen karar cümlesidir;

          “Evet Nazlı, galiba sen benden üstünsün.”

Bu, durumu özetleyen bir cümledir. Nazlı, sahip olduğu ‘zenginlik’ ile değil, mikro-toplum olarak kabul edilebilecek kendi ailesinde gördüğü değer ve sahip olduğu refah ve yaşam kalitesi ile, buna sahip olamayan proleter ve ezilen Kirazlı’dan üstündür. Peki, herkesin Nazlı standardında yaşam sürmesini isteyen bazı sosyalist fikirler çerçevesinden bakıldığında bu piyes bir devrim manifestosu sayılmaz mı? Muhtemelen ülkemizdeki “yeterince hümanist gözüken her şey soldur bence” anlayışıyla bakıldığında böyle düşünmek güç olacaktır. Ancak evet, sosyo-ekonomik durumuna baş kaldırmayan, bunu değiştirmek için kendi elindeki gücü kullanmayan Kirazlı, bunu muhtemelen sosyal ilişkileri ve evlilik içindeki taktik başarısı ile sağlayan Nazlı’dan daha aşağıda bir konumda yer almaktadır. Bir diğer deyişle, Türkiye’deki sol akımların teoriye ve pratiğe olan yabancılıkları ve “tatlı su solculuğu” eğilimleri, gayet devrimci bir piyesin, bu alt metni alma konusunda en başarılı olacak kesim olan çocukların eğitim hayatlarından çekilmesine sebep olmuş; devrimciler yine kendi topuklarına sıkmışlardır. Politik doğru ve çok hümanist toplum algınız ile yetişen ve hiçbir şeyin farkında olmayan çocuklarınızın üniversite ve yetişkinlik hayatlarında da devrimci pratiği ve teoriyi anlayamaması sanırım hiç şaşırtıcı olmayacaktır.
Ne de olsa, 17 yaşını doldurana kadar kendini herkes ile ‘eşit olabilir’ hisseden bir çocuğun, yetişkinlik döneminde bu yapay eşitliğin ortadan kalması ile karşı karşıya kalacağı gerçek dünya için suçlayacak birini ya da birilerini bulması ve eşitsizliği birinin suçu ya da eşit olmayı birinin sorumluluğu olarak görüp, gereken sorumluluğu böyle bir sorumluluk olmadığı halde almak konusunda hiç tereddüt etmemesi kaçınılmazdır. Böyle bir sosyal kriz ile yetişen bir birey gerçeklerle bir anda karşılaştığında tüm mantıksal yaklaşımları reddedecektir. Gelecekte, düşünebilen bir nesil istiyorsanız, gerçeklerle daha erken tanışmasına izin verin. “Evet, bizce de Nazlı, Kirazlıdan üstündür.” demekten çekinmeyin.

30 Mart 2020 Pazartesi

TOPLUM KURBANI "SANAT"

Hazır gıda usulü, sanat felsefesinin ve estetik değer yargılarının beynimize değişmez gerçekler olarak sunulmaya çalışıldığı temel eğitim yıllarından kalma bir tartışma var ki, beni hep sinir etmektedir....

 "Sanat, sanat için midir? Yoksa…" burada çok zekice bir şey söyleyecekmiş gibi sesine kreşendo veren bir hoca hayal edin, tahminen 42 yaşında, tahminen erkek, tahminen kel, "Sanat toplum için midir?"

 İşte ben tam da bu soruya hep kıl oldum çünkü ikisi de yaşadığımız dünyanın gerçeklerine uymuyordu.... Özellikle de bugün...
Yani sanatçılar en nihayetinde hislerini bir düşünsellik-dışı, somut ortama aktarmakla uğraşıyorlarsa elbette onu birilerine ulaştırmayı da düşünüyor olmalılardı.... 

En nihayetinde, bir kişi kafasında da bir besteyi tamamlayabilir ya da bir resmi düşünebilir, ellerini heykel yapıyormuş gibi oynatabilir...
Yani, kendi iç dünyasına net ve elle tutulur analizler yapmaktan kaçınabilmek için, her türlü deliliği deneyebilir... Ama bunları yapanları, akıl hastanesinde tuttuklarımızı yani, bir kenara bırakırsak, milyonlarca insan sanatı bir uygulama alanı olarak görüp, fikrin doğasına uygun şekilde uygulamaktadır... Bu, sanatı sadece sanat yapmış olmak için yapılan şuursuz işlevler bütünü olmaktan alıkoyar.
 Peki sanat neden toplum için değildir?
 Hemen hemen tüm sanat eserleri, en azından görebildiklerimiz (ki onlardan çok var, sanatçının kendisinden ziyade toplumun bilincine sunulmuş haldeyken sanat niçin toplum için değildir?) 
Çünkü tüm bu fikir, yani toplum için sanat kavramı, topluma "Al hocam dün bunu çizdim ne dersin?" demekten öte, toplumu biçimlendirmeye ve bir üst algıya ya da bir alt algıya yönlendirmeye yöneliktir.... 
Oysa toplum, sanatçısının fikirlerini hep uygulanabilirlik dışı bulacaktır.... Sanatçı her zaman, her dönemde, fantezi adamıdır yani. Serbest çağrışım; Bondage Art....
Yani, Sanat SANATÇI içindir.... 
Çünkü sanatçı denilen organizmanın içinde bulunduğu dünyayı anlamlandırabilmesi ve bu sayede biraz olsun akli dengesi yerinde gözükmesi için sanat faaliyeti şarttır.... Elbette, Şirinler boyutunda komünal bir dünyada yaşamadığımızdan dolayı, sanatçı ürettikleri sayesinde biraz para kazanıp temel ihtiyaçlarını gidermek isteyecektir fakat 10 adımda 11 adım kitapları yazan sanatçılar olmayışının sebebi çok nettir.... 

Asıl mesele, sanat faaliyetini gerçekleştirerek, anlamı olmayan bu dünyaya anlam verme ihtiyacını tatmin etmektir....
Toplumu oluşturan bireylerin geri kalanı ile aynı düşsel-bilişsel dünyaya adapte olamayışı, onu farklı arayışlara itecektir elbette.... 

Sanatçılar ve uyuşturucu kullanımı arasında doğrudan ilişki olmasının bir nedeni de kuşkusuz budur.... 
Sanatçı üretir ve bunu konuşmayı beceremeyen birinin size hislerini şekiller, jestler ve mimikler ile anlatmaya çalışması gibi sunar....

Bu sunumun amacı her zaman beğeni toplamak değildir... Elbette, beğeni güzeldir, beğeni hoştur insanlara böyle ufak güzellikler yapın ama, sanatçının asıl gerekçesi size fikirlerini anlatabilmektir....
 Gördüklerini, hissettiklerini, içinde beynini karıncalandıran, kalbini 2 kat hızlı attıran o mükemmel hissi aktarmak ister.... 
Genellikle de beceremez....
Sanat gibi, sanatçının bireysel dünyasının bir zorunluluğu olan üretim biçimlerinin toplumsal yansıması ve bu toplumsal yapıda sanatçının yeri ise, kabullenmek istemediğimiz gerçeklikleri içinde barındırır.... 
Yani, sanat ve doğal olarak sanatçı, toplumun kurbanıdır.. 

Sanatçı, bizim kurmaya korktuğumuz hayalleri kurup, anlatmaya cesaret edemeyeceğimiz fikirleri anlatan kişidir.... 
Ve biz, "sanatçı )" adı verilen varlığı bu sebeple severiz.... 
O asi çocuktur....

" Heyyy! Kralın nüdist eğilimleri var ve muhtemelen eşcinsel!” diye bağıran küçük velettir.... 
Hayranlık uyandırıcı, alışılmışın dışında, biraz ekstrem ve hatta sığ olması beklenendir aynı zamanda.... Kimse aşırı bilgili, akademisyen kimlikli sanatçılardan hoşlanmaz.... Sanatçılar bile... Entelektüellik bir davranış biçimidir, bilginin kendisi değil... İşte burada sanatçının ilk bedeli başlar.

 Sanatçı sığ olmalıdır.... Ama sanatçı “kültürsüz” ya da “anlayışsız” da olamaz.... Umursamaz olması henüz sorun olmadı ancak sanatçı topluma ve toplumun beğenilerine gereğinden fazla endekslenmiş halde ise, elbette bir inek gibi, bir köle gibi, kendisine imkan sağlayan kadroya karşı bazı vazifeler taşıyacaktır.... 
Ve zaten bu noktaya gelindiğinde, sanatçı, bir faşizm algısı yaratmanın dışına çıkıp bir nevi kendi sanatsal kimliğini pazarladığı ticaret benzeri hallere girecektir....
 Yani, medya maymunlarını es geçebiliriz....
 Gerçek sanatçılara dönersek, toplumun onlardan beklediği tek acı bedel bu değildir.... Toplum sanatçısının daima felaketler içinde yaşamasını ister.... Uyuşturucu kullanıp krizlere girmesini, ayık gezemeyecek kadar alkolik olmasını, yalnız ölmesini, cinsel yolla bulaşan hastalık kapmasını, mutsuz olmasını, fakir olmasını, sokaklara düşmesini ister.....

Niye? Toplum niçin sanatçıya duyduğu tüm hayranlığa rağmen ve bu hayranlığa doğru orantılı bir nefret içindedir? Çünkü sanatçı her şeyden önce sistem karşıtıdır.... 
Sistemin ne olduğunun bu konuda bir önemi yok.... Her sistem, varoluşu için bu sistemi yaşanabilir gören bir çoğunluğa ve böyle düşünmeyen bir azınlığa ihtiyaç duyar.... İran’da vegan ve lezbiyen bir aktivist olmak, Sovyet Rusya’da liberal olmak, günümüz Rusya’sında liberal olmak ya da Türkiye’de Motor Takımı çocuğu olmak temelde aynı şey sayılabilir.... Çünkü, bir grup insan içinde bulunduğu sistemi rahat ve güzel ve ümit vaat eder bulduysa, karşı çıkabileceği çok az şey vardır..... 

O yüzden sistem içinde yaşayanlar zanaatkar iken, sistemden çıkanlar genelde sanatçıdırlar..... AKP döneminde heykel sanatına verilen destek ile tezhip sanatı için açılan kurs sayısı arasında bir bağlantı kurabiliyorsanız, dediğimi anlıyorsunuz demektir....

Doğal olarak, sistemin tüm aykırı bireyleri gibi sanatçılar da o sistemin en sevdiği kişiler arasındadır.... Çünkü sistem kendi sağlamasını sisteme aykırı olan bireyler üzerinden yapar ve sanatçılar diğer pek çok “asi” gruba göre hep daha bir göz önündedir....
Bu sebeple sanatçı ne kadar dibe batar, toplumun hoş görmediği hayat biçimi ve kalitesine ne kadar yaklaşırsa robusto purosunu, ucunu ısırmadan içmesi gerektiğini bilmekten bile aciz bir şekilde, emen bir kodaman gülümsüyor olacaktır..... Arkası deri ile kaplı lambrili masasından koca götünü kaldırmaya tenezzül bile etmeden, tanesi 2000 Dolar olan dolma kalemini sallayarak, “Bunlar!” diyecektir,  “Bunlar bizim gibi yaşamayı reddettiler ve bakın, şimdi ne haldeler!!!! Siz bizim gibi yaşadınız ve bakın, onlar kadar zeki, çekici ya da etkileyici değilsiniz, o kadar havalı konuşmuyor, o kadar tanınmıyor ya da beğenilmiyorsunuz ama yine de hayatınız onlardan iyi, çünkü siz bizim gibisiniz!” diye ekledikten sonra huzur içerisinde hangi siyasal iktidar tepedeyse, o grubun istediği hayat tarzına uygunmuş gibi davranıp, işini görmeye devam edecektir..... 

Doğal olarak, sanatçı, toplumu oluşturan ve o toplumda mevcut olan sisteme uyumlu hayatlar yaşayan bireylerin isteseler bile ifade edemeyecekleri fikirleri ifade eden, yapılamaz diye kabul edileni yapan ve bunun sonucunda sefaletler ve felaketler ile boğuşan kişi olmak zorundadır.....
Onu toplumun acısı yapan şey budur.... Çok daha acı olarak, söz konusu başka bir sanatçı ise, bizim bu hipotetik sanatçımızın kendisi de toplumun bir bireyi rolünü üstlenecek ve karşısındaki için, ufak bazı değişiklikler olsa bile benzer şeyler hissedecektir....
 Özellikle bu başka sanatçı, bizim hipotetik ve hergele sanatçımızın hayranlık duyduğu biri ise…
O yüzden bu Mayakovski özentisi sosyal realist tiplerin yüzüne soğuk bir su çarpması ve Nazım Hikmet’in ölüsünün dirisinden, sürülmüş halinin makbul halinden binlerce kat daha değer gördüğü gerçeğini fark etmesi gerekmektedir....
 "Ben toplum için varım!" diye kendini yüceltenlerin benzer cümleler kuran Jenna Jameson olduğunda sanatçı tribine girmemesi de gerekmektedir bana sorarsanız.... İçimden bir ses bana sormayacağınızı söylüyor, olsun. Yine, bana sorarsanız (hiç umudum yok) sanatın sadece sanat gibi çok kutsal bir varlığa yeni kurbanlar vermek için yapıldığını iddia eden herkesin teorik bir Ouroboros halinde yaşadığını keşfetmesi de gerekmektedir....
Sanat, yücelmesi için daha fazla kendisini oluşturan parçaya ihtiyaç duyuyorsa, onun yüceliği doğrudan üreticisine bağlıdır..... Sanatçının buradaki konumu sanatın yüceliğini tanımlamak değil, ona bu yüceliği sağlamak olacaktır.... O halde, sanat, sadece sanat içinse, mühendislik projesinden ileri gitmeyen, basit bir inşa süreci halini alıyor demektir..... Çok kafa bulandırdım, biliyorum.....
 Demem o ki, sanatın hangi ucu size değmiş ve gereğinden fazla ileri gitmişse, oradan devam ederek yaşayın şu hayatı..... En nihayetinde hepimiz adına toplum dediğimiz bu giderek büyüyen ve büyüdükçe soyutlaşıp, parçalanmış yapının bir kölesiyiz..... Cihaz sorunlu yani, cihazın çalıştığı sistem değil.... Ve siz, üretim bandına atladıktan sonra, sapasağlam çıkmayı beklememelisiniz. (Sonu da çok toplumcu gerçekçi bağladım, fabrika, üretim, makine falan… Acaba sosyalistlerden artı puan gelir mi? )