30 Mart 2020 Pazartesi

TOPLUM KURBANI "SANAT"

Hazır gıda usulü, sanat felsefesinin ve estetik değer yargılarının beynimize değişmez gerçekler olarak sunulmaya çalışıldığı temel eğitim yıllarından kalma bir tartışma var ki, beni hep sinir etmektedir....

 "Sanat, sanat için midir? Yoksa…" burada çok zekice bir şey söyleyecekmiş gibi sesine kreşendo veren bir hoca hayal edin, tahminen 42 yaşında, tahminen erkek, tahminen kel, "Sanat toplum için midir?"

 İşte ben tam da bu soruya hep kıl oldum çünkü ikisi de yaşadığımız dünyanın gerçeklerine uymuyordu.... Özellikle de bugün...
Yani sanatçılar en nihayetinde hislerini bir düşünsellik-dışı, somut ortama aktarmakla uğraşıyorlarsa elbette onu birilerine ulaştırmayı da düşünüyor olmalılardı.... 

En nihayetinde, bir kişi kafasında da bir besteyi tamamlayabilir ya da bir resmi düşünebilir, ellerini heykel yapıyormuş gibi oynatabilir...
Yani, kendi iç dünyasına net ve elle tutulur analizler yapmaktan kaçınabilmek için, her türlü deliliği deneyebilir... Ama bunları yapanları, akıl hastanesinde tuttuklarımızı yani, bir kenara bırakırsak, milyonlarca insan sanatı bir uygulama alanı olarak görüp, fikrin doğasına uygun şekilde uygulamaktadır... Bu, sanatı sadece sanat yapmış olmak için yapılan şuursuz işlevler bütünü olmaktan alıkoyar.
 Peki sanat neden toplum için değildir?
 Hemen hemen tüm sanat eserleri, en azından görebildiklerimiz (ki onlardan çok var, sanatçının kendisinden ziyade toplumun bilincine sunulmuş haldeyken sanat niçin toplum için değildir?) 
Çünkü tüm bu fikir, yani toplum için sanat kavramı, topluma "Al hocam dün bunu çizdim ne dersin?" demekten öte, toplumu biçimlendirmeye ve bir üst algıya ya da bir alt algıya yönlendirmeye yöneliktir.... 
Oysa toplum, sanatçısının fikirlerini hep uygulanabilirlik dışı bulacaktır.... Sanatçı her zaman, her dönemde, fantezi adamıdır yani. Serbest çağrışım; Bondage Art....
Yani, Sanat SANATÇI içindir.... 
Çünkü sanatçı denilen organizmanın içinde bulunduğu dünyayı anlamlandırabilmesi ve bu sayede biraz olsun akli dengesi yerinde gözükmesi için sanat faaliyeti şarttır.... Elbette, Şirinler boyutunda komünal bir dünyada yaşamadığımızdan dolayı, sanatçı ürettikleri sayesinde biraz para kazanıp temel ihtiyaçlarını gidermek isteyecektir fakat 10 adımda 11 adım kitapları yazan sanatçılar olmayışının sebebi çok nettir.... 

Asıl mesele, sanat faaliyetini gerçekleştirerek, anlamı olmayan bu dünyaya anlam verme ihtiyacını tatmin etmektir....
Toplumu oluşturan bireylerin geri kalanı ile aynı düşsel-bilişsel dünyaya adapte olamayışı, onu farklı arayışlara itecektir elbette.... 

Sanatçılar ve uyuşturucu kullanımı arasında doğrudan ilişki olmasının bir nedeni de kuşkusuz budur.... 
Sanatçı üretir ve bunu konuşmayı beceremeyen birinin size hislerini şekiller, jestler ve mimikler ile anlatmaya çalışması gibi sunar....

Bu sunumun amacı her zaman beğeni toplamak değildir... Elbette, beğeni güzeldir, beğeni hoştur insanlara böyle ufak güzellikler yapın ama, sanatçının asıl gerekçesi size fikirlerini anlatabilmektir....
 Gördüklerini, hissettiklerini, içinde beynini karıncalandıran, kalbini 2 kat hızlı attıran o mükemmel hissi aktarmak ister.... 
Genellikle de beceremez....
Sanat gibi, sanatçının bireysel dünyasının bir zorunluluğu olan üretim biçimlerinin toplumsal yansıması ve bu toplumsal yapıda sanatçının yeri ise, kabullenmek istemediğimiz gerçeklikleri içinde barındırır.... 
Yani, sanat ve doğal olarak sanatçı, toplumun kurbanıdır.. 

Sanatçı, bizim kurmaya korktuğumuz hayalleri kurup, anlatmaya cesaret edemeyeceğimiz fikirleri anlatan kişidir.... 
Ve biz, "sanatçı )" adı verilen varlığı bu sebeple severiz.... 
O asi çocuktur....

" Heyyy! Kralın nüdist eğilimleri var ve muhtemelen eşcinsel!” diye bağıran küçük velettir.... 
Hayranlık uyandırıcı, alışılmışın dışında, biraz ekstrem ve hatta sığ olması beklenendir aynı zamanda.... Kimse aşırı bilgili, akademisyen kimlikli sanatçılardan hoşlanmaz.... Sanatçılar bile... Entelektüellik bir davranış biçimidir, bilginin kendisi değil... İşte burada sanatçının ilk bedeli başlar.

 Sanatçı sığ olmalıdır.... Ama sanatçı “kültürsüz” ya da “anlayışsız” da olamaz.... Umursamaz olması henüz sorun olmadı ancak sanatçı topluma ve toplumun beğenilerine gereğinden fazla endekslenmiş halde ise, elbette bir inek gibi, bir köle gibi, kendisine imkan sağlayan kadroya karşı bazı vazifeler taşıyacaktır.... 
Ve zaten bu noktaya gelindiğinde, sanatçı, bir faşizm algısı yaratmanın dışına çıkıp bir nevi kendi sanatsal kimliğini pazarladığı ticaret benzeri hallere girecektir....
 Yani, medya maymunlarını es geçebiliriz....
 Gerçek sanatçılara dönersek, toplumun onlardan beklediği tek acı bedel bu değildir.... Toplum sanatçısının daima felaketler içinde yaşamasını ister.... Uyuşturucu kullanıp krizlere girmesini, ayık gezemeyecek kadar alkolik olmasını, yalnız ölmesini, cinsel yolla bulaşan hastalık kapmasını, mutsuz olmasını, fakir olmasını, sokaklara düşmesini ister.....

Niye? Toplum niçin sanatçıya duyduğu tüm hayranlığa rağmen ve bu hayranlığa doğru orantılı bir nefret içindedir? Çünkü sanatçı her şeyden önce sistem karşıtıdır.... 
Sistemin ne olduğunun bu konuda bir önemi yok.... Her sistem, varoluşu için bu sistemi yaşanabilir gören bir çoğunluğa ve böyle düşünmeyen bir azınlığa ihtiyaç duyar.... İran’da vegan ve lezbiyen bir aktivist olmak, Sovyet Rusya’da liberal olmak, günümüz Rusya’sında liberal olmak ya da Türkiye’de Motor Takımı çocuğu olmak temelde aynı şey sayılabilir.... Çünkü, bir grup insan içinde bulunduğu sistemi rahat ve güzel ve ümit vaat eder bulduysa, karşı çıkabileceği çok az şey vardır..... 

O yüzden sistem içinde yaşayanlar zanaatkar iken, sistemden çıkanlar genelde sanatçıdırlar..... AKP döneminde heykel sanatına verilen destek ile tezhip sanatı için açılan kurs sayısı arasında bir bağlantı kurabiliyorsanız, dediğimi anlıyorsunuz demektir....

Doğal olarak, sistemin tüm aykırı bireyleri gibi sanatçılar da o sistemin en sevdiği kişiler arasındadır.... Çünkü sistem kendi sağlamasını sisteme aykırı olan bireyler üzerinden yapar ve sanatçılar diğer pek çok “asi” gruba göre hep daha bir göz önündedir....
Bu sebeple sanatçı ne kadar dibe batar, toplumun hoş görmediği hayat biçimi ve kalitesine ne kadar yaklaşırsa robusto purosunu, ucunu ısırmadan içmesi gerektiğini bilmekten bile aciz bir şekilde, emen bir kodaman gülümsüyor olacaktır..... Arkası deri ile kaplı lambrili masasından koca götünü kaldırmaya tenezzül bile etmeden, tanesi 2000 Dolar olan dolma kalemini sallayarak, “Bunlar!” diyecektir,  “Bunlar bizim gibi yaşamayı reddettiler ve bakın, şimdi ne haldeler!!!! Siz bizim gibi yaşadınız ve bakın, onlar kadar zeki, çekici ya da etkileyici değilsiniz, o kadar havalı konuşmuyor, o kadar tanınmıyor ya da beğenilmiyorsunuz ama yine de hayatınız onlardan iyi, çünkü siz bizim gibisiniz!” diye ekledikten sonra huzur içerisinde hangi siyasal iktidar tepedeyse, o grubun istediği hayat tarzına uygunmuş gibi davranıp, işini görmeye devam edecektir..... 

Doğal olarak, sanatçı, toplumu oluşturan ve o toplumda mevcut olan sisteme uyumlu hayatlar yaşayan bireylerin isteseler bile ifade edemeyecekleri fikirleri ifade eden, yapılamaz diye kabul edileni yapan ve bunun sonucunda sefaletler ve felaketler ile boğuşan kişi olmak zorundadır.....
Onu toplumun acısı yapan şey budur.... Çok daha acı olarak, söz konusu başka bir sanatçı ise, bizim bu hipotetik sanatçımızın kendisi de toplumun bir bireyi rolünü üstlenecek ve karşısındaki için, ufak bazı değişiklikler olsa bile benzer şeyler hissedecektir....
 Özellikle bu başka sanatçı, bizim hipotetik ve hergele sanatçımızın hayranlık duyduğu biri ise…
O yüzden bu Mayakovski özentisi sosyal realist tiplerin yüzüne soğuk bir su çarpması ve Nazım Hikmet’in ölüsünün dirisinden, sürülmüş halinin makbul halinden binlerce kat daha değer gördüğü gerçeğini fark etmesi gerekmektedir....
 "Ben toplum için varım!" diye kendini yüceltenlerin benzer cümleler kuran Jenna Jameson olduğunda sanatçı tribine girmemesi de gerekmektedir bana sorarsanız.... İçimden bir ses bana sormayacağınızı söylüyor, olsun. Yine, bana sorarsanız (hiç umudum yok) sanatın sadece sanat gibi çok kutsal bir varlığa yeni kurbanlar vermek için yapıldığını iddia eden herkesin teorik bir Ouroboros halinde yaşadığını keşfetmesi de gerekmektedir....
Sanat, yücelmesi için daha fazla kendisini oluşturan parçaya ihtiyaç duyuyorsa, onun yüceliği doğrudan üreticisine bağlıdır..... Sanatçının buradaki konumu sanatın yüceliğini tanımlamak değil, ona bu yüceliği sağlamak olacaktır.... O halde, sanat, sadece sanat içinse, mühendislik projesinden ileri gitmeyen, basit bir inşa süreci halini alıyor demektir..... Çok kafa bulandırdım, biliyorum.....
 Demem o ki, sanatın hangi ucu size değmiş ve gereğinden fazla ileri gitmişse, oradan devam ederek yaşayın şu hayatı..... En nihayetinde hepimiz adına toplum dediğimiz bu giderek büyüyen ve büyüdükçe soyutlaşıp, parçalanmış yapının bir kölesiyiz..... Cihaz sorunlu yani, cihazın çalıştığı sistem değil.... Ve siz, üretim bandına atladıktan sonra, sapasağlam çıkmayı beklememelisiniz. (Sonu da çok toplumcu gerçekçi bağladım, fabrika, üretim, makine falan… Acaba sosyalistlerden artı puan gelir mi? )

24 Mart 2020 Salı

Tavşan Çukuru

Komplolar açısından, "anaakım" görüşü çürütmenin en yaygın metodu, konunun detaylarıyla uğraşmadan, kaynağın kendisini komplonun bir parçası yapmaktır....

Mesela, güncel olsun;

"O karşılaştırmalı genetik çalışmayı yapan lab da işin içinde...."

Bizle hemfikir olmayan her kaynak kirlenmiştir.... İlk argümanın yapısı buydu.

Birçok insan, kanıtı çürütmüş, patent belgesinin aslını açıklamış.... Peki iddia sahibi ne yapıyor?

Bunları cevaplıyor mu? Hayır....

İddiayı geri çekiyor mu? Hayır...

İddiayı modifiye ediyor mu? E ona da hayır...

Niye?

Birebir tartışmada bile geri adım atmak zordur.... Egonuz incinir... Ama sosyal medyada, "elalemin önünde", durum daha da beter...

Ve bu kadar ilgi görünce insan zaten sarhoş oluyor....

 1-2 milyon kez izlenmiş bir videoyu, 20 bin like almış bir postu silmek kaçınızın harcı?

Bunu bir "karakter sorunu" olarak görmeyin... Ben buna, faydadan çok zarar getiren zihinsel bir  kısayol olarak bakıyorum... Karşıt fikirleri tartarken, argümana veya uzmanlığa göre ağırlıklı ortalama almayı beceremiyoruz... Düz sayım yapıyoruz.... Çoğunluk etkisi, (lafasalatası hali) birçok konuda etkin....

Ama sosyal medya bunu daha kötü yapıyor... Çünkü bize sadece bizle hemfikir olanların oylarını gösteriyor... Karşıt fikirleri sayısal olarak gösteren bir metrik yok....

O yüzden dedim, post ya da video silmek sadece ego sorunu değil... "20 bin like alan bir şey nasıl temelde yanlış olabilir ki?" diyor bilinçaltı...

Bu etki + itibarınızı tamamen ortaya sürmeniz = Felaket...

Bu saatten sonra argümanın kralı gelse sizi ikna edemez....

 Peki çözüm ne?

Zihinsel kısayollar ve bilişsel sapmalar evrimin mirası, yapacak bir şey yok.... Sosyal medya tasarımıyla oynanabilir ama o da çoğumuzun kontrolünün dışında....

Gerçekten kontrolünüzde olan tek çözüm; İtibarınızı ortaya koymayın.... Geri adım atabilecek mesafe bırakın....

"İlk başladığı günden beri bu virüsün insan eliyle yaratıldığını ve bir amacı olduğunu iddia ediyorum... NİHAYET birileri kanıtını bulmuş..."

İşte bu tam da TEYİT ÖNYARGISI kapsamında bir argüman...

Yani; Zaten yatkın olduğun inançları teyit edecek şeylere ağırlık vermek....Önemli nokta, Bilimsel Metod ile kıyası...

Bilimsel süreç, insan doğasına aykırıdır... Yüksek bedeller ödendikten ve çok acılar çekildikten sonra geliştirilmiştir ancak....

Birey şunu sorar: "İnancım doğru olsaydı neler gözlerdim?"

Bilimsel süreç ise şunu: "İnancım yanlış olsaydı neler gözlerdim?"

Yani bireyler "bilimsel" değildir, süreç bilimseldir.... Yalan kanıtlar üstüne kurulu, kendisi de zayıf bir argümanın, 20 bin like alabilmesi işte bu yüzden;

"İnancımı doğrulayan bir şey işte!" diye atlıyorlar.... Ve ne kadar çok benzer insan olduğunu görüp cesaret buluyorlar.... Kimse, kendisini yanlışlamaya çalışmıyor, o 4 soruyu sormuyor....

Bundan sonrası, ikili tartışmaların ne kadar zor olduğunu gösterecek şimdi;

X şahıs: "Ben 'siz' diye konuşuyorum, siz 'sen' diye... Ben tespit yapıyorum siz suçlama... Ben 'gerçeği' arıyorum siz bildiğinizi sanıyorsunuz... Ben saygı gösteriyorum siz aşağılıyorsunuz... Kibirlisiniz"

Burada pozisyonunu alan X şahsı, "Ne alabilirim" diye bakmış, bilimsel metodu beğenmemiş... Sebep? En sondaki aşağılayıcı bir kalıp....

 Rakibinle çamura bulanmak yerine daha erdemli davranmak... Bunun hatalı hali ise konu yerine üsluba odaklanmak....

Amacınız karşıdakini ikna ise (benim değildi), üslup tabi ki önemli... Biz, sosyal statümüze önem veren yaratıklarız.... Fakat burada "önemsiz itirazlar" lagalugası da mevcut... Üslubun geneli normalken, kişiye yönelik bile olmayan tek bir açık bulmuş....

Dikkat edin, ben komplo teorisinin argümanını çürütmeye çalışmıyordum....

Onu yapan yapmış (düzgün üslupla) ve hiçbirine cevap yok....

Ben, argümandaki ısrarın psikolojik temellerini açıklamaya çalışıyor ve bunu şüphecilikle kıyaslıyordum..... Devamındaki efsanevi ironinin kaynağı tam da bu... Çünkü beni "her şeyi ben bilirimcilik..." ile suçluyor.

Bunun psikolojideki adı YANSITMA.... Komplocuların en nefret ettiğim taktiği....

 Niye?

Haklı veya haksız olsun her komplocunun iddia şablonu şudur; "Herkes kandırılıyor, gerçeği benim de dahil olduğum bir azınlık biliyor...."

Tanım itibariyle kibirli bir duruştur bu....

Eğer bu desteklenebilirse (mevcut kanıtları çürütme + doğru pozitif kanıtlar + sağlam argüman) ne ala memleket...

Ama çoğunlukla öyle olmuyor.... İnanç, kanıttan önce geliyor....

 "Herkes yanlış, ben doğruyum" inancı...

Bu ironiye işaret edince,  karşılık olarak daha fazla yansıtma ve üslup eleştirisi alıyorsunuz... Ahlakçılık da cabası.... İnsanı nasıl da bezdiriyor....

Bırak sen-siz ayrımını, bana dümdüz küfreden ama konuyu sav-karşı sav disipliniyle tartışabilen birini bile, bu tiyatroya tercih ederdim....

Bu noktadan sonra iletişimi uzatmanın anlamı yok.... İşin aslı, en baştan iletişime girmenin manası yoktu... Zira bu gördüğümüz her şey birer semptom....

Neyin semptomu?

 Günlük hayatta hep zeka eksikliği veya karakter bozukluğu teşhisi koyuyoruz ama bu yanlış.... İkisi de şart değil....

Sorunun kökü bence;

Düşüncelerimiz üstüne yeterince düşünmemek ve altından kalkamayacağımız açıklamalara itibarımızı kefil etmek....

Kendimizi tanımak zaten zor bir iş... Gereksiz kibirle daha da zorlaştırmayın....


7 Mart 2020 Cumartesi

Küçük Hesaplar

Hepimizin “Benim başıma gelmez” diye düşünmeden yaşadığı milyon parçacıklı hatıralarımız vardır.
" Aynı şey benim başıma gelse bir dakika durmam yanında" dediğimizi unuttuğumuz anları defalarca yaşarız.... "Aldatıldığımı anlarsam hemen bırakırım" demek kadar iddialı sözlerin arkasında duramadığımızı unutturan duygusal yoğunluklar yaşarız. Gözümüzün önünde, üstelik bir başkasının yaşadığından daha feci bir ihanet yaşamış bile olsak, durumun farklılığını iddia ederiz... "Büyük konuşmayayım ama kesin terk ederim " değimiz insanlarla  ilişkiyi kurtarmanın yollarını ararken buluruz kendimizi....
Bir ilişki ne zaman bitmeli sorusuna bulunmuş net bir cevap yok henüz ama bence bir ilişki kendi kredisini tükettiği noktada size kredisiz sunulan imkanları da tükettiğiniz noktada icra yolu ile biter.... Bazen borçlu alacağının peşine canı pahasına düşer, bazen de sizinle kaybedeceği zamanı kazanca dönüştürmek için başka çalışmalar başlatır.... Her iki durumda da borçlular kendilerini aslında bilirler. Karşılıklı olarak alacak verecek o kadar karışmıştır ki, bazen artık taraflar feragat yolu ile uzlaşmaya çalışırlar...  Bazen de taraflardan biri yada her ikisi birden alacak peşine düşer.... Bu gibi durumlarda hiçbir taraf, verecek peşine düşmez çünkü bütün davalar alacak davası biçimindedir. Kimse vereceği için dava açmaz...

Hesabın her zaman temiz ve borçsuz tutulması sağlıklı olandır. Taraflar birbirleri için yaptıklarını unutmamalılar.... Çünkü unutulan bir iyilik, bir gün o iyiliği yapan tarafından mutlaka hatırlatılacaktır. Bu insan doğasıdır. Mesele, o iyiliğin hatırlatılmasına gerek bırakmamaktır. Kimse bu gibi durumlarda küçük hesaplar yapma eğiliminde değildir ama hastalığınızda size ilaç vermiş bir kişiyi de hastalığında yalnız bırakmamak gerekir. Kısacası, hesap her zaman küçükken yapılabilmelidir, rakamlar daha da büyümeden.

Aynı sebepler, aynı sonuç


Tarih konusunda kabul görmüş bütün gerçek geçmiş, ancak bir topluluğun kahramanlık geçmişini yansıtıyorsa önem taşır. Bu, bütün toplumlar için o toplumun varlık ve onu koruma dersi amacına dönüşür. Yenilmişliklerden çok, yenme hikayeleri anlatılır. Her toplum kendi hikayesini kahramanlık olarak anarken, yenilen taraf her zaman iktidarsız taraf olarak anılır. Kızılderililerin tarihinden daha önemlisi Amerika tarihidir, Afrika tarihinden daha önemlisi İngiltere tarihi, Bizans’tan daha önemlisi Osmanlı tarihi gibi görünür. Fakat, Aborjinler, Mayalar gibi topluluklar için kahramanlık dövüşlerinden çok fazla bahsedilemez çünkü günümüzde onlara karşı üstünlük iddiasında bir toplum yoktur.  
Tarih bir methiye sanatına dönüştürülmeden önce toplumlar kendilerini kazanan kadar kaybeden yerine de koyarak bu çekişmelerden ders çıkarma niyetindeydiler. İnsan nasıl olur da doğduğu, soyunun kendisine emanet ettiği, hatıralarını yaşadığı toprak için mücadele ederken zayıf düşer ve yok olur. Tarih bize bazı toplumların varlıklarının neden diğerlerine göre daha uzun sürdüğünü anlatma niyetindedir.... Her tavrın aynı sonuçlara sahip olduğunu bilmek ve bu kurama direnmek, yok olmaya hazırlanmak demektir.
Yanlış anlaşılmış bir tarih dersi bize aslında Almanların sınır genişliği eğiliminde olduğunu, Amerikanın her zaman diğer toplum değerlerini kendi ülkesi adına kullanma eğiliminde olduğunu, Arapların tarihleri boyunca çalışmayı çok da sevmediklerini, Çinlilerin ırkçı, Yunanlıların romantik, Afrikalıların da hiçbir milliyet akımına sahip olmadıklarını defalarca anlatmıştır....

 Bu durum kişilerin geçmişteki tavırlarından ders alıp, onlarla yeni bir ilişki kurarken aslında hiç değişmeyecekleri bilgisini ortaya koyar. Gelişmiş oldukları iddia edilen ülkeler de Yunanlılar veya Araplarla iş yaparken onlara çalışmaları gerektirmeyecek teklifler sunarak uluslar arası ticaretlerini bu yöntemlerle, yani milletlerin zafiyetlerine göre planlarlar. Tıpkı Hitler’in Almanlardan kendisini desteklemelerini isterken onlara içinde daha çok iş yapılan, toprakları geniş bir Almanya vaat etmesi gibidir....
Eğer arkadaşlarınızdan biri silginizi size sormadan aldıysa ve işi bitince kendi masasında bıraktıysa, ilk hatayı yani izin almış olmasını belki “Acelesi vardı.” şeklinde yorumlayabilirsiniz ama ikinci hatayı yani kendi masasında bırakmış oluşunu, onunla ilişkilerinizde ya onunla mesafe almanız gerekecek ya da onu aslında daha az erdem gerektiren işler için kullanabileceğinizi bileceğiniz şekilde yorumlamak gerekebilir. 

Aynı sebeplere sahip her durum aynı sonuçları doğurur. Tarih de budur.  

Mantık ve Etik: Deontoloji

 Benim gözümden deontoloji, neden en mantıklı ve etik bir teori bu konudan bahsedeceğim biraz. Yani, nasıl yaşayacağımızı, değer ve yargı durumlarını nasıl yorumlayıp, bu etik kuramın en ciddi karşıtlarını bile nasıl değerlendireceğimizi ve bu etik teoriye sahip olanın da bu karşıtlığa nasıl tepki vereceğini konuşacağım bir başlık olacak.
DEONTOLOJİ NEDİR?
Deontoloji, akademik ya da gündelik süreçte mutlaka uyulması gereken ahlaki değer ve etik kuralları inceleyen bir alandır. Bu alan, insanın belirli ödevleri olduğunu varsayan ahlak öğretilerini temel alır ve bu öğretilerden kaynaklanan görev ve kuralların çeşitli mesleklerdeki ya da günlük yaşantı içerisindeki somut izdüşümlerini inceler.
Deontolojiye göre ne olursa olsun, mevcut durum ne getirirse getirsin, hiç bir şeye ve hiç kimseye asla yanlış bir şey yapmamalıyız. Eğer bir kişiyi feda ederek bir grup kişilere “Doğru insanı” feda ettiğinizi söylüyor ve inandırmaya çalışıyorsanız ya da aslında sadece cebinde bir lirası olan birinden iki lira çalmaya çalışıyorsanız, mevcut durumunuz ne olursa olsun, maddenin ne kadar büyük veya küçük olduğu önemsiz bir biçimde, siz “etiksiz” bir insansınız demektir. Çünkü, bir deontolog perspektifinde; kimseye zarar vermemek, hiç bir koşulu riske atmamak gerekir. Deontolojide, yanlış olan ne olursa olsun ve ne yaparsan yap, başkalarına veya bir olguya zarar verirse, ahlaksız bir davranıştır ve bu durumda kendini mahcup hissetmelisindir. Bu etik ve ahlak teorisine inanan ve savunan insanlar, ahlakın bir görev meselesi olduğunu düşünür. Bir nevi ahlaksal sorumluluktur onlar için.
İnsanların etik ve ahlaki olmayan şeyleri yapmamaları gerekir. Doğru ve ahlaki görevleri yerine getirmek için etik sorumlulukları vardır çünkü. Yani, bir şeyin doğru ya da yanlış olup olmadığı, cezalarına ya da büyüklüğüne bağlı değildir. Zaten Deontoloji de bununla ilgilenmez. İlgilendiği kısım aslında tam olarak şudur; “İnsanları tahrik etmesi gereken tek şey “Doğru” ve “Ahlaksal” olan şeyi yapma arzusu olmalıdır. Amaç; Para, güç, maddi şeyler, hatta bir tür sonsuzluğu başarmak için bir şeyler yapmak değildir. Onlar sadece araçtır. Amaç; İçsel motivasyonla, doğru olanı tercih ediyor olmak, doğru olanın bu olması ya da yapabilecek tek yolun bu olmasının yanı sıra, başka hiçbir sebepten ötürü olmadan, zaten doğru olanı yapma bilinciyle hareket edildiği için olmalıdır. Ancak bu şekilde kişiler kendi gerçekliğini yaratabilir. “Deontoloji” için “gerçekçi değil” gibi yorumların yapılmasının en büyük sebebi, çok fazla değişkenin ve kişilerin aynı anda deontolog bakış açısıyla doğruları seçebilmesi ve doğruya eğilim gösterebilmesi durumunda ancak deontolojinin vaat ettiği “ toplam fayda maksimizesine sahip etik toplum ve durum” gerçekleşebilir. Aksi halde, kötü olaylar zincirleme gelişecektir. Çünkü, siz doğruyu bulamazsanız, doğru gelip sizi bulur.
Duyarlı insanların, deontologların, toplum içerisinde yüzdelik olarak sayıları az , duygusal insanların sayısı daha fazla (coğrafya farklılıkları + ideal eğitim değişkenliği) olduğu için, Deontoloji, toplumda yerleşik halini alamaz ve dolayısıyla “gerçekçilik dışı” olarak değerlendirilir.
Keza, duyarlı insanlar da bir makine olmadıkları için, zaman zaman onlar da dürtüsel ya da duygusal davranabilecek ve kendi handikaplarının içerisine düşüp, belki de bir daha asla çıkamayacakları için, savundukları deontolojik dinamiklerin tam aksine, ironik olarak, hayatı kontrol edemeyeceğimiz gerçeğiyle yüzleşeceklerdir.
KANT’IN İDDİASI
Kant’ın iddiasına göre de; davranışlarımızın ahlaki duruşunun, yalnızca eylemin kendisinin doğruluğu temelinde belirlenebildiği iddiasıdır. Bu, mevcut şartlardan bağımsız olarak, her koşulda, kendini savunma ihtiyacı eğer, her hangi bir nedensizlik içerisinde ise, yanlış olduğu anlamına geliyordur. Örneğin, bulunduğunuz çevrede bir grup saldırgan suçlu tarafından silahlı soygun olduğu söyleniyor ve aynı zamanda bu grubunun şehirden şehre sıçradığını ve hatta bazı şehirlerde iş sahibi olabileceklerine, mekan ya da dükkan sahibi bile olabileceklerine inanılıyor diyelim. Lakin, eğer sizi soymak için içeri girmelerine izin verirseniz ve istediklerini alıp çıkabilirlerse de herkese zarar vermediklerini biliyor olalım.
Sonra bir gün, ailenizdeki herkes uyurken bir grup insan gece geç saatlerde evinize gelir. Bilirsiniz, hırsızlar gecenin geç saatlerinde evde kimsenin uyanık kalmamasını özellikle beklerler. Bu adamlar, ailenizin güvende kalmasını ve başka bir ailenin zarara maruz kalmamasını istediğinizi bildikleri için, bir ya da iki mermiyle yeterince hasar verebilecek bir 12 kalibreli av tüfeği ya da silah ile birlikte evinizde o kadar kontrollü yakalanamayacağınızı elbette biliyorlar. İşte bu durumda bir Deontoloğun aklında kalan tek soru ailenizi ve kendinizi kurtaracak veya başkalarına zarar verecek misiniz? Eğer onların gelip istediklerini almasına izin verirseniz, ailenizin hayatını kurtarmak için aksiyon dolu bir zaman aralığında hayatta kalmak zorunda olacaksınızdır. Bu, Deontolojinin birçok insanı ondan uzaklaştıran ciddi bir itirazıdır, çünkü çoğu insan, doğru şeyi yapmak için her zaman doğru zamanda doğru yapılması gerektiğini kabul eder fakat Deontolojiyi takdir etmezler. Şartlar ne olursa olsun her zaman gerekli olan doğru şeyin yapılmasını gerektirmez. Çünkü çoğu insan bu senaryoda mümkün olan en iyi biçimde ailelerini kurtarmak isteyecektir, o mevcut durumun gerçekliği o olacaktır.
Birçok büyük tartışmada, daha önce ifade edilenler gibi en ağır örneklerde bile geçerli olan, tipik itirazlar ile karşı çıkılabilir bu duruma. Eğer, bu suçlulardan daha önce haberiniz varsa ve bu kişilerle ilgili bir çok söylentiyi dinlemeye vaktiniz varsa, onlar sizin evinize gelip zarar vermeden önce bu duruma tepki vermek için zamanınız ve fırsatınız olduğunu söyleyebiliriz. Aileniz ve siz bu kişiler sizin evinize girmeden önce evden ayrılabilirdiniz ya da haberler bu silahlı grubun şu anda sizin bölgenizde olduğu şeklinde yayılmaya başladığında evdeki herkesin bu grubun orada olduğunu bilmesi ve tahliye edilmesi ya da bir yerde buluşulması için bir plan ortaya koymaya yönelik bir acil durum planı oluşturabilirdiniz. Siz ya da uygun yetkililer tarafından bu gereklilik sağlanmalıydı.
Madalyonun diğer yüzü var; Bu silahlı soygun yapan adamların, sizi baştan çıkarmaya yönelik sunacakları manipülatif koşulları asla bilemezsiniz de. Size, bu grubu oluşturan kişilerin, sağlık sigortalarının olmadığını ve annelerinin kansere yakalandığını ve bu soygun eylemlerini gerçekleştirmeden, Annelerinin kanser tedavileri için büyük ölçüde ihtiyaç duydukları ilaçları almaya güçlerinin yetmeyeceğini söylediklerini düşünelim. Bu senaryoda, onları, istediklerini vermek yerine öldürürseniz, belki sizi öldürme niyetinde olmayan insanları öldürmekle kalmış olmayacaksınız sadece, aynı zamanda suça hiç bulaşmamış ve suç ile ilgisi olmayan bir kişiyi öldürmüş olursunuz. Belki, annelerinin kanser tedavilerini karşılamak için ne yaptıklarından tamamen habersiz bir şekilde çok çaresiz ve büyük bir şok ile hareket ediyor da olabilirlerdi bu adamlar? Evet, Deontoloji bir çok kişi için mükemmel olmasa da, eylemleri en iyi şekilde açıkladığını düşünüyorum. Her durumda gerçekçi olmasa da, eğer topluma bir Deontolog bakış açısından bakabilseydik, dünya biraz daha iyi bir yer olabilirdi.
Şaka şaka, Tabi ki olmazdı. Mutlaka canı yaramazlık yapmak isteyen fazla zeki bir değişken alt üst ederdi sistemimizi... Ne de olsa, ne dünya bir makine, ne de insanlar. Fonksiyonel kapasite değil önemli olan, algı. Hep mantıklı fikirler öne sürüldüğü için bu durumdayız. “MANTIKLI” yani, şu çarpık düzene uydurulan ve bu çarpıklığı destekleyen basit beyinlerin kavrayabileceği, basit fikirler. Mantıklı olmak bir başarı değildir. Hayatınızın her anında mantıkla hareket etseniz bile kontrolün, sizin elinizde olmadığı gerçeğini kabul etmelisiniz. Gerçekten kaliteli düşünmek istiyorsanız, çarpık toplumun mantığından kurtulmalısınız.
Mantıksız olun. Çünkü; Potansiyel olarak bakarsak, yapabileceğiniz en mantıklı şey bu olsa gerek.